Biz şanslı çocuklardık. Dört mevsimi de adam gibi yaşardık. Kışın, saatlerce kartopu oynardık. Soğuktan, patlıcan gibi morarırdı ellerimiz.
Baharda, bütün çiçeklerin açtığını görürdük; papatyaların, güllerin ve devedikenlerinin... Bütün dalların yeşillendiğini izler, çiçeklenmesini bekler ve koruk erikleri, çaktırmadan ceplerimize doldururduk.
O zamanki çocukların ceplerinde, cep telefonu, mp3 player.. falan olmadığından, koruk eriklerle cam misketler için, epeyce yer olurdu.
Upuzun yaz günlerinde, cümle oyunları, gözünü patlatana kadar oynardık sokaklarda. Öyle saklanırdık, öyle saklanırdık ki; kendi kendimizi zor bulurduk saklambaçta...
Kolumuzu bacağımızı, en az bir kere arı sokardı. Karahindibaları püfler, pıtırakları birbirimizin saçına yapıştırırdık...
Ve öğleden sonraları birden bire bastıran iri taneli yaz yağmurlarıyla, bulaşık süngeri kadar ıslanırdık..
Su birikintilerinde, iribaşların yavaş yavaş kurbağa olmasını seyrederdik. Serçe yavruları, gözümüzün önünde tüylenirken, leylekler, dere kenarlarında köryılan avlardı..
Ve sonbaharlarda, ağaç dallarından düşen sarı yaprakları toplar, sevdiğimiz kitapların arasında hazine gibi saklardık..
Biz şanslı çocuklardık...
Bugün, kütüphanemdeki kitapları karıştırırken; sayfaların arasından, incecik sapsarı bir ıhlamur yaprağı, bir kelebek kanadı gibi nazlı narin kayıp düşüverdi yere...
Onu elime aldım, incecikti, biraz da sayfalar arasında yıllardır ezilmekten incelmiş ve şeffaflaşmıştı.
Bu güzel yaprak, kim bilir kaç sene önce, hangi sonbahar mevsiminde dalından kopmuştu. Onu nerede bulmuştum acaba? Aslına bakarsanız, bu yaprağı bulup, bu kitabın içine koyan, ben miydim; yoksa bir başkası mıydı, onu bile hatırlamıyorum...
Bu eski yaprak, sabahları mis gibi kokan kocaman bir ıhlamur ağacının dallarından bir dalında, bir ilkbahar günü doğmuştu. Koca bir yazı orada fotosentez yaparak, gökyüzündeki tozları süpürerek ve aşağıda misket oynayan çocuklara gölgelik ederek geçirmişti ve sonbaharda tüm öteki yaprak kardeşleri gibi, görevini bitirmiş, sararıp solarak, dalından düşmüştü.
Siz bir yaprağın nasıl öldüğünü biliyor musunuz? Yaratıldığı günden beri, dalından düşüp ölene kadar hiç durmadan içindeki yüz binlerce şeker ve oksijen fabrikalarıyla tıkır tıkır çalıştırılan bir yaprak, zamanı geldiğinde nasıl ve neden ölür hiç düşündünüz mü?
Bir yaprağın ölümü, ansızın esiveren sert bir rüzgârın, onu dalından koparıp götürmesi gibi sıradan ve basit bir iş değildir... Bir yaprak, bulunduğu daldan kendi kendine çıkmadığı gibi, kendi kendine de düşmez...
Yapraklar dökülmeli çünkü...
Havalar iyice soğumadan ve dondurucu kış mevsimi gelmeden yapraklar dökülmelidir. Çünkü, kışın topraktaki su donar, suya ulaşmak bitkiler için çok zor bir hâle gelir. Zaten iyice azalan su, yapraklardaki terleme ile kaybedilecek olursa, bitki çok kısa bir zamanda kurur ve ölür. Öyleyse yaprak dökümü aslında öyle trajik bir olay değildir. Tam tersine, koca bir ağacın yaşaması için son derece gereklidir.
Su kaybını önlemenin yanında yapraklar zaten kış mevsiminde, donacak ve parçalanacaktır. Öyleyse en iyisi onlardan bir an önce kurtulmaktır.
Yaprak dökümü başlamadan önce, yapraklardaki bütün besleyici maddeler ağaç tarafından emilir. Böylece dökülen yaprakla birlikte, pek çok besleyici maddenin israf edilmemesi sağlanır.
Sonun başlangıcı
Her şey, günlerin kısalması ve o uzun bol güneşli yaz günlerinin geride kalmasıyla başlar. Artık eskiye oranla daha az güneş ışığı almaya başlayan yaprakta, bu değişimi ilk fark eden fitokrom adındaki moleküllerdir. Fitokromlar, ışığa son derece duyarlı yaratılmışlardır. Ve güneş ışıklarının azaldığını fark ettikleri anda, yaprak için yolun sonu görünür...
Yaprağın içinde etilen denen bir gaz salgılanmaya başlar. Bu klorofillerin canına okuyan bir gazdır. Klorofiller azaldıkça, yaprak, zaten iyice azalan güneş ışıklarından çok daha az enerji almaya ve daha az besin üretmeye başlar. Sizin anlayacağınız, fabrika yavaş yavaş kapanmaktadır artık.
Yaprak neden renk değiştirir?
Yapraklara yeşil rengi veren klorofillerdir. Ancak, klorofillerin yanında turuncu, sarı, renk maddecikleri de vardır. Ama klorofiller çok öne çıktığı için, yaprağın rengi yeşildir. Sonbahara doğru, klorofiller azalmaya başladığı için, sarı ve turuncu maddeler (zantofil ve karoten) fırsat bulup açığa çıkmaya başlar. Klorofiller iyice azaldığında ve tamamen kaybolduğunda, o yemyeşil yaprak, kitabın arasında bulduğum o ıhlamur yaprağı gibi sararır. Bazıları turuncu olur, kahverengi ve kırmızı olanları da vardır. Ve bu renk değişikliği, sonbahar mevsimine bambaşka bir güzellik verir.
Bir yaprak nasıl düşer?
Buraya kadar anlattıklarımdan sonra, kimse “Bir yaprak nasıl düşer?” sorusuna: “Canım nasıl olacak! Bir rüzgâr eser, bir değil binlerce yaprak düşer!” gibi basit bir cevap vermez sanırım. Aslına bakarsanız şu kâinatta hiçbir şey öyle basit ve sıradan değildir, ne rüzgârın esmesi, ne de yaprağın düşmesi...
Evet, yaşlı yaprağın içinde günden güne artan ve klorofilleri parçalayan etilen gazı yayıla yayıla yaprağın sapına kadar gelir. Buradaki küçük hücreler gazı alınca, şişmeye başlarlar. Hücreler şiştikçe, sap kısmında bir gerginlik olur ve bir süre sonra “cırt” diye yırtılır. Tabii hiçbirimiz bu sesi duymaz. Duysaydık ne olurdu acaba?
Sonbahar geceleri, yüz binlerce yaprağın cırt cırt cırt diye saplarından yırtılması ve sonra da cart diye kopması yüzünden, kimse uyuyamazdı.
Sonraki günlerde, o küçük yırtık giderek büyümeye başlar.
Zaten bütün yırtıklar böyle değil midir!?
Ancak, sapın gövdeden ayrıldığı yerdeki hücreler hemen mantar üretmeye başlarlar. Yaprak gövdeden ayrıldıkça bu mantar çoğalır ve o bölgeyi bir yara bandı gibi kapatır. Bu band, su geçirmediği gibi, ağacın hastalık kapmasını da engeller.
Ve bir sonbahar günü, belki sert ve soğuk, belki de minicik ve serince bir rüzgâr; artık iyice sararmış ve bütün fonksiyonlarını yitirmiş, görevini tamamlamış bu yaprağı, dalından uçuruverir. Geride ise yaprak izi adı verilen bu yara bandı kalır.
Toprağa düşen ölü yapraklar, aşağıda iştahla bekleyen karıncaların ve türlü türlü böceklerin, mantarların ve bakterilerin yiyeceği olarak, yine toprağa karışıp, ağaçlar için çok kıymetli bir besin olur. Ağaçlar da, kilometrelerce uzunluktaki kökleriyle, bu kıymetli besinleri gövdelerine afiyetle çeker. Ve bir sonraki baharda, aynı dallarda yaratılacak yepyeni, taptaze ve yemyeşil yaprakları beslemek için gövdelerinde saklarlar. Yeryüzünde, hiçbir şey boşuna yaratılmadığı için, hiçbir şey israf edilmez. Tek bir yaprak bile! İster, bir erik ağacının dalında yemyeşil; ister eski bir kitabın sayfaları arasında sapsarı olsun bir yaprak gördüğünüzde, bütün bu işlerin—ta bir tohumun uyanışından bir yaprağın düşüşüne kadar—öyle kendi kendine, tesadüfen olmadığını hatırlayın ve bunu unutmayın:
“...Allah’ın bilgisi olmadan ne bir yaprak düşer, ne de yerin karanlıklarında bir tane saklı kalır...” — En’am suresi, 59