TR EN

Dil Seçin

Ara

İnsan Ve Kâinat

Bir tarafta atomlarla yazılan hücreler, hücrelerden dokunan organlar, bunların birlikte çalışmalarıyla ortaya çıkan insan bedeni.

Öte yanda bakterilerle kaynaşan toprak, oksijen ve hidrojenin birlikteliğiyle meydana gelen su mucizesi, denizler, nehirler.

Tâ uzaklarda yıldızlarla bezenmiş gökyüzü, güneş ve ay...

Atomundan güneşine kadar her şey aynı hedefe yönelmiş durumda. Bütün çalışmalar, bütün ittifaklar kâinatın meyvesi olan insan için; insan ruhu için...

O ruh, bedende misafir kaldığı gibi, kâinatta da misafir; biri evi, diğeri şehri gibi. Bedenle kâinat arasında böylesine sıkı bir irtibat var... İkisi de insanın hizmetinde. İkisinin de bütün özellikleri ona göre ayarlanmış.. Şekilleri, büyüklükleri, mesafeleri hep o misafiri en güzel şekilde barındırmak için.

İnsan ve kâinat! Biri ağaca diğeri meyveye benzetiliyor...

İnsan için küçük âlem, âlem için de büyük insan tabiri kullanılmış.

Kâinat-insan ilişkisinin en önemli göstergesi bütün varlık âleminin nur-u Muhammed’den yaratılmış olması.

O nurdan safha safha yaratılan bu muhteşem kâinat, ihtiva ettiği bütün âlemleriyle insan mahiyetinde temsil edilmiş bulunuyor. İnsanın hafızası levh-i mahfuzdan haber verdiği gibi, insandaki demir elementi de âlemdeki demir madenini temsil ediyor. Ruh ve bedenden verdiğimiz bu iki örneğe yenileri eklenebilir.

“İnsan şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ, kâinatta Levh-i Mahfuzun gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir.” — Lem’alar

 

Gözle güneş, gıdalarla mide, hava ile akciğer arasındaki yakın ilgiye dikkat ettiğimizde, meyvenin dala takılı olması gibi insanın da kâinat ağacına adeta bitişik olduğunu hisseder gibi oluruz. Yer çekimiyle arza bağlı olmamız da bunun ayrı bir göstergesi...

İnsan-kâinat ilişkisini unutmak insana hem fikir hem de şükür kapısını kapatan büyük bir engeldir. Böyle bir insan, kendini bu muhteşem âlemden adeta tecrit eder de, onun yerine makama, paraya, alkışlara, şöhrete, desinler sevdasına bağlanır, demesinler endişesine kapılır. Bunlar çok küçük şeyler olduğu için, onlara bağlanan insan da manen çok küçülür, bücür kalır, gelişme göstermez.

Halbuki, kendisini kâinat ağacının başında durmuş, yüzü ebedî âleme dönük ve ebedî saadete aday olarak gören insan, kâinatı çok gerilerde bırakan ulvî hedefleriyle çok yüce bir makama çıkar.

Nur Külliyatında, “iyyake na’büdü...” “ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” ayetleri tefsir edilirken önemli bir noktaya dikkat çekilir: İnsan tek başına da namaz kılsa, yine “ben” değil de “biz” diye hitap ediyor. “Kimler namına ‘biz’ demektedir?” sorusuna cevap olarak üç ayrı cemaat nazara sunulur. Birisi o müminle birlikte namaz kılan yeryüzü mescidindeki büyük cemaat. Diğeri, insanın her organı, her hücresi kendisine verilen görevleri yerine getirmekle rabbine ibadet halindedir. İnsan “yalnız sana ibadet ederiz” derken kendisinde mevcut bu cemaati de kast etmektedir.

Ve üçüncü cemaat: İnsan meyvesi veren şu kâinat ağacının tümü de görevinin başındadır ve bir ibadet üzeredir. O halde insan, kâinatı ve içindeki her şeyi niyet ederek de “iyyake na’büdü” diyebilir.

Demek oluyor ki, insan kâinat ağacının bir meyvesi olarak ağacının tüm ibadetlerini rabbine takdim edebilecek bir kabiliyette yaratılmıştır.

Bu görevi yerine getirenler büyük insanlardır. Böyle muhteşem bir cemaatin önüne geçmek, onlarla birlikte küllî bir ibadet yapmak büyük bir makam, ulvî bir mazhariyettir.

Bunların hiçbirini dikkate almadan yaşayan ve yeryüzünün herhangi bir köşesindeki küçük bir makam, yahut cüz’i bir servetle oyalanan insan, ömür sermayesini zayi etmiş bir zavallıdan başkası değildir.

İnsanın kâinattan çok daha büyük bir varlık olduğunu ders veren bir ayet-i kerime:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi; (onun hakkını yerine getirmedi.) Çünkü insan çok zalim ve çok cahildir.” — Ahzap, 72

İman, marifet ve muhabbet vadisinde kâinatta hiçbir varlığa nasip olmayan istidat insan ruhuna takılmıştır. Ayette geçen emaneti yüklenmekten diğer varlıkların çekinmelerinin mahiyeti ne olursa olsan, bizim ayetten alacağımız en önemli bir ders şudur:

İnsan, göklerin, yerin, dağların yüklenmekten çekindiği bir yükü yüklenen değerli ve şerefli bir varlık. Bu büyük insan, küçük sularda boğulmamalı, küçük hesaplarda yok olmamalı ve kendini küçültmemeli. Aksi halde, “çok zalim” ve “çok cahil” olur. Ve bu ulvî mahiyet, bir başka ayette haber verildiği gibi, hayvandan çok daha aşağılara düşer.

İnsan-kâinat ilişkisinin bazı yönlerine kısaca değinelim:

Kâinat bir kitaba benzetiliyor. Bu âlem, İlahî kudret ve irade ile varlık sahasına çıkmış, ilim ve hikmet dolu muhteşem bir kitap gibi. En mükemmel okuyucusu ise “insan”.

Bu güzel teşbih bize şu dersi veriyor:

“Kâinat insan içindir, insan kâinat için değil.”

Bir başka teşbih:

“Kâinat bir saray, insan ise misafir.”

Misafirhanenin her şeyi misafir içindir ve ona göre ayarlanmıştır. Güneş göz için yaratılmıştır, göz güneş için değil. Bütün yiyecekler mide içindir, mide onlar için değil. Bütün tatlar dile hitap etmektedir, dil onlara değil. Sesler de kulağın rızkı gibidir, insan seslere muhtaçtır, sesler insana değil.

Bedenden geçip ruh âlemimize şöyle bir nazar edelim:

Kâinat kitabının mana ile kaynaşan varlıkları insan aklına hitap etmekte ve onu düşünmeye sevk etmekteler. O halde o manalar aklın rızkı gibidirler.

 

Bütün güzellikler kalbimizi muhabbetle coşturur. Onlardaki bu cemaller kalbe hitap etmektedir. Onlar da ruhun birer rızkı hükmündedirler.

Kâinat bir tarla, insan ise onda ahireti namına ekip biçen bir çiftçi gibi.

“Dünya ahiretin mezraasıdır.” Hadis-i şerif

Bu hadis-i şerifte olduğu gibi birçok ayet-i kerimede de “dünya” kelimesi, arz küresi manasına değil, ahiretten bu tarafa olan her şey, yani topyekun kâinat manasına kullanılmaktadır.

Dünya hayatının tümü bir tarla gibidir. İnsan her duyu organıyla, aklıyla, hayaliyle, her bir hissiyle bu tarlaya farklı şeyler ekmekte ve bunların her birinden ayrı neticeler, farklı meyveler almaktadır.

Gözünü varlıkların yüzlerinde ibretle gezdiren bir kişi cennet namına mahsuller almaktadır. Bir başkası da gözlerini haramlar üzerinde dolaştırmakta, her haram nazardan ayrı bir azap devşirmektedir.

Diğer organları da aynı şekilde düşünebiliriz. Her birisi yaratılış gayesine uygun sahalarda dolaştığında sahibine ebedî saadet mahsulleri aldırmakta, aksi halde onu ebedî felaketlere sürüklemektedir.

Bu ekim ve mahsul alma işlemi, belki daha ileri seviyesiyle ruh âlemimiz için de söz konusudur. “Doğru veya yanlış düşünme, Allah namına yahut nefis hesabına sevme, faydalı yahut zararlı şeyleri hayal etme, hafızasına müspet yahut menfi bilgiler doldurma” gibi nice yönleriyle insanın ruhu, kalp âlemi ve his dünyası da ya cennet yahut cehennem mahsulleri vermektedir.

İnsan bütün bu mahsulleri kâinat içinde ve ondan yardım alarak verir.

Güneş olmasa, helal yahut haram neye bakabileceğiz?

Hava olmasa, doğru veya yanlış neyi konuşabileceğiz?

İnsan ve onu kuşatan şu muhteşem kâinat arasındaki bir başka ilgiden de kısaca söz edelim.

Tilki gibi kurnaz, serçe kadar ürkek, pars gibi parçalayıcı, bülbül gibi şakıyan, arı gibi bal veren, yılan gibi zehirleyen insanlar bulunduğu gibi, şu kâinattaki çok farklı özellikleri kendi ruh âlemlerinde yansıtan kişiler de mevcuttur.

Bazılarını görürsünüz, huyu pamuk gibi yumuşaktır, kalbi merhametle doludur; bazıları ise başkalarına karşı taş gibi sert ve hissizdir.

Bazıları insanların iç âlemini karartırken, bazıları insanlık âlemini güneş gibi aydınlatırlar.

Kış gibi soğuk ve donuk tiplere de rastlarsınız, bahar gibi gülen, yaz gibi sıcak kişilere de.

Necip Fazıl’ın şu mısraları bu gerçeği güzel ifade eder:

Boşuna gezmişim yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

 

Kâinatta seyrettiğimiz, yüksek-alçak, büyük-küçük, âli- adi, parlak-sönük, uzak-yakın gibi nispetler âleminin küçük bir örneğini de insanların toplum hayatında görmemiz mümkün.

Kısacası, kâinat her şeyiyle insana göre ayarlanmış, ona hitap eden, onun ihtiyaçlarına cevap veren “büyük insan”...

İnsan ise, kâinat sarayında yaşayan, her yönüyle onunla temas halinde bulunan ve ondaki çoğu özelliklerin küçük bir örneğini benliğinde taşıyan “küçük kâinat”...

Bunlardan birini diğerinden koparamaz, ayrı düşünemezsiniz.