TR EN

Dil Seçin

Ara

Kur’an Okumak

Bir zaman hem dindar, hem gayet sanatkâr bir hâkim-i namdar istedi ki, Kur’an-ı Hakîm’i, maânisindeki (manalarındaki) kudsiyetine ve kelimâtındaki i’câza (mucize olarak az sözle çok şey anlatmasına) şayeste bir yazı ile yazsın, o muciznümâ kamete harika bir libas giydirilsin. İşte o nakkaş zat, Kur’an’ı pek acip bir tarzda yazdı. Bütün kıymettar cevherleri yazısında istimal etti (kullandı). Hakaikının tenevvüüne (hakikatlerinin farklarına) işaret için, bazı mücessem hurufatını (harflerini) elmas ve zümrütle ve bir kısmını lü’lü ve akikle ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altın ve gümüşle yazdı. Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi. Bahusus ehl-i hakikatin nazarına, o surî (görünürdeki) güzellik, manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı (işaretleri) olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.

 

Bu öyküyü Bediüzzaman Hazretleri “On İkinci Söz” adlı eserinde anlatır. Ve öykünün devamında, o sanatkâr zatın yazdığı o muhteşem Kur’an’ı, bir Batılı filozofa ve bir Müslüman âlime göstererek, bu Kur’an’ı inceleyip, hakkında bir eser yazmalarını ister.

O filozof, harika bir eser olarak yazılan o Kur’an’a bakıp, onun süslemelerinden ve onda kullanılan mücevherlerden, onların özelliklerinden bahseder. Onun bir kitap olduğunu ve bir anlam ifade ettiğini anlamadan ondan bir antika gibi bahseder.

Müslüman âlim ise, o muhteşem eseri görünce, onun bir kitap olduğunu anlar ve o sanatla ve hikmetle yazılmış Kur’an-ı Hakîm’in anlamlarını açıklayan güzel bir tefsir yazar.

Bu temsili hikyedeki Kur’an-ı Hakîm, kâinattır. İnançsız felsefe kâinatın bir eser olduğunu, bir mana ifade etmek için yaratıldığını bile anlamadan kâinata baktığı için, âlemin birçok inceliğini keşfetse de onu anlamsızlıkla yaftalar ve hakaret etmiş olur. Bir mü’min ise, kâinatı Allah’ın kudret kalemiyle yazılan bir kitap olarak görür. Ona, Allah hesabına bakar ve ondaki anlamları ve yaratıcısına ne şekilde delil olduklarını görür. Filozof, “ne güzeldir” deyip çirkinleştirirken; mü’min “ne güzel yapılmış” der ve hakkı teslim eder.

...

Bu temsilî hikâyeyi okuyunca hayalim, mücevherlerle yazılmış o ziynetli Kur’an’a takıldı kaldı. O süslü bir şekilde yazılmış ayetlerin arasında gezindi durdu. Oysa Kur’an’ı Kur’an yapan şey, o mücevherler değil, ondaki kelimelerin ardındaki ulvî anlamları idi. O yüce manalar, o değerli taşlardan sonsuz derece daha kıymetli idi. Zaten o ayetlerin öyle paha biçilmez taşlarla yazılması, o Kur’an’ın taşıdığı yüksek manalara işaret içindi.

Oysa, elimizdeki gerçek Kur’an, her ne kadar değerli taşlarla yazılmasa da Allah’ın (c.c) kelâmı olarak, bizlere yol gösteren yüce kitabımızdır. Kur’an’ı anlamına hiç nazar etmeden, sadece sevap düşüncesiyle okumak ise, ondan istifade açısından çok yetersizdir. Aslında bizler de o Kur’an’ı yukarıda geçen öyküye benzer şekilde iki türlü okumaktayız: ya o filozof gibi sadece görünüşüne takılıp kalarak ya da o Müslüman âlim gibi kelimelerinin taşıdığı anlamlara ulaşıp, ondan gerçekten istifade ederek.

Halbuki, anlamaya çalışmadan okumakla, Kur’an’ın yüce anlamlarına muhatap olan, onları anlamaya ve hayatına rehber kılmaya çalışan Müslüman âlime değil, o ziynetli Kur’an’ın sadece süsleriyle meşgul olan, belki o Kur’an’ı süslemelerden ibaret zanneden filozofa daha yakın durmuş oluruz.

Mehmet Akif’in, “Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına / Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına / İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin / Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için” dediği şiiri de bizlere Kur’an’ı daha derin gayretlerle okumanın gerektiğini söylemektedir. Kur’an’ı ne ruhlara bağışlamak, ne şifa, ne de sevap için okumak yeterli değildir.

Rabbimizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm, “âlemlerin Rabbinden gelen” (56:80); “insanları hidayete eriştiren ve hakkı bâtıldan ayıran” (2:185); “sonsuz hikmetler yüklü” (36:2) bir Ezelî Kelâm iken, onu sadece anlamadan okuyup geçmek ne o yüce kitaba, ne de onu okuyan insana yaraşır bir hal midir?

Kur’an’ı sadece sevap için okuyup, anlamına hiç nazar etmemek konusunda güzel bir hikâye hatırladım:

“Birisi, başka bir şehirde yaşayan bir dostuna bir mektup yazıp bir şeyler istemiş. O dostu ise, ne istediklerini yollamış, ne de mektubuna cevap vermiş. Bir zaman sonra karşılaşmışlar ve mektubu yazan arkadaşı dostuna sitem ederek “mektubuma cevap bile vermedin” demiş. O arkadaşı ise cebinden çıkardığı mektubu göstererek, “ben seni çok seviyorum” demiş, “o kadar ki, yazdığın mektubu hiç yanımdan ayırmadım, her gün öpüp başıma koyarım.” Bu hale şaşıran adam, “keşke” demiş, “her gün öpüp koklayacağına, bir defa okusaydın da, ne yazdığımı görseydin.”

Kur’an da bize Âlemlerin Rabbinden gelmiş yüce bir mektup. Onu öpüp, koklayıp, anlamadan okumak da bir saygı ifadesi olsa bile, Kur’an’a muhatap olarak ondaki anlamları kavramaya çalışmak, sosyal hayatımızı, aile hayatımızı, şahsi düşünce ve hareketlerimizi Kur’an’dan aldığımız prensiplerle yaşamak gerçek saygıyı gösterir.

Bir insan, sanat eseri şeklindeki bir işaret levhasının önünde dursa, sadece onun harikalığına bakıp, işaret ettiği yolu hiç nazara almasa, ondan ne kadar az istifade etmiş olur. Belki bu hali, o levhanın oraya koyulmasının hikmetine de zıttır. Rabbimiz, bize göz ve dilin yanında, akıl, kalp ve binlerce duygu da vermiştir. Öyleyse Kur’an’dan bütün duygularımızla da istifade etmemiz gerekir.

Muhammed İkbal’e babasının bir vasiyeti varmış. Babası dermiş ki: “Evladım, Kur’an’ı senin için nazil olmuş, sana hitap eden bir kitap olarak oku.” Ona tam bir muhatap olduğumuzda Kur’an bizi gerçek bir Müslüman yapacaktır. Dürüstlüğüyle, ahlakıyla, çalışkanlığıyla, adaletiyle ve imanıyla gerçek bir Müslüman.. Ondaki yüce manaları hayatlarına taşıyan sahabeleri sahabe yaptığı gibi.