TR EN

Dil Seçin

Ara

Göz Göre Göre / Hayalin İçinden Öyküler

Göz Göre Göre / Hayalin İçinden Öyküler

Rüyamda körler ülkesindeydim. Nerede olduğumu biliyor, fakat nasıl ve neden geldiğimi bilmiyordum. Sonunu göremeyeceğim kadar uzunlukta bir caddede yürüyor, şaşkın bir halde etrafa bakınıyordum. Her şey bildiğimiz gibi idi. Yaya yolundaki insanların çokluğu, caddedeki araç trafiğinin yoğunluğu alıştığımız türdendi. Kalabalık bir şehir olduğu belliydi. Gelir seviyesi oldukça yüksek olan bir muhitte olduğum, cadde boyunca yer alan binaların mimarisinden ve gösterişli mağazalardan anlaşılıyordu.

Gördüğüm insan sayısı arttıkça fark ettim ki, istisnasız hepsinin göz yuvaları boştu. İşte o an ilk kez bir rüyada olup olmadığımı sorguladım. Her şey o kadar gerçekti ki rüyada olmadığıma ikna oldum. Zaten herkesin bu halde olması çok doğaldı, çünkü burası körler ülkesi idi. Bunu bilmek yine de görüntünün ürkütücülüğüne engel olamıyordu. Üstelik onlar da beni görüyormuş gibi yanımdan geçerken kafalarını bana doğru çeviriyorlardı.

Fakat bu insanlar kör oldukları halde, değilmiş gibi nasıl yaşayabiliyorlardı? Araba kullanabiliyorlar, yürüyebiliyorlar, çalışabiliyorlar ve alışveriş yapabiliyorlardı. Bunları düşünürken arkamdan gelen bir ses duydum.

“Buraya bakar mısın?”

Bir binanın köşesinde adeta bir heykel gibi hareketsiz duran ve üzerindeki işçi tulumuna benzeyen gri renkte ve kirli elbiseleri ile bir dilenci idi bana seslenen.

Bu dilencinin gözleri vardı ve bana doğru bakıyordu. Göz göze gelmek deyimini yaşamak, az önceki tuhaf duygularımın yanına bir yenisini eklemişti. Dilenci, olduğu yerde hiç kımıldamadan duruyordu. Kendimi toparlamaya çalışarak yanına gittim. Yaşamakta olduğum kabustan dolayı adeta dilim tutulmuştu. Güçlükle de olsa:

“Sen de kimsin?” diye sormayı başardım.

Çoktandır su görmediği anlaşılan yüzüne alaycı bir tavır ekleyerek:

“Senin bizim oralardan biri olduğunu doğru tahmin etmişim. Yeni gelmiş olmalısın?” dedi ve ekledi:

“Ben de geçen hafta senin şu halin gibiydim. Buraya nasıl geldiğimi ve neden geldiğimi hatırlamıyordum. Yaydığımız frekans nedeniyle bizi hemen bulabiliyorlar. Uyanınca geçecek bir kabus gördüğümü sandım önce. Bitecek bir şey olmadığını sonra anladım. Birazdan seni de bulurlar nasılsa. Sen de anlayacaksın ve göreceksin ki buradan kurtuluş yok.” 

Adamın umudunu yitirmiş karamsar cümleleri moralimi fena bozdu fakat soğukkanlılığımı korumalıydım. Öncelikle kafamdaki karışıklığı düzeltmeliydim. Sorularımı ardı ardına sıraladım. Aldığım cevaplar beni dehşete düşürdü:

“Bu ülkede, bizim ülkemizden bile fazla insan yaşıyordu. Bunların bir kısmı şu an bizim bulunduğumuz şehir gibi sayısı fazla olmayan büyük şehirlerde ikamet ediyor ve her gün kullandıkları bir ilaç sayesinde kazandıkları görme yetisi ile çok ferah bir hayat yaşıyorlardı.

“Bu ilaç ülke yönetimini elinde tutan bir ailenin sahip olduğu teknoloji ile üretiliyordu. Hammaddesi yer altından çıkarılan bir madendi ve ülkenin belli bir bölgesindeki ocaklarda nüfusun geri kalanının emeği ile çıkarılıp sadece bu aile  tarafından işletiliyordu.

“Bu ilaçtan yararlananlar da gelirlerinin önemli bir bölümünü buna ödemek zorunda idiler. Kullanmak istemeyenler de kendilerine uygulanan birçok kısıtlama ile kullanmaya zorlanıyorlardı. İnsanlar ilacın etkisi ile zihinsel bir dönüşüm geçiriyor, her şeyin normal olduğunu düşündükleri bir hayata başlıyor, evlenip çoluk çocuğa karışabiliyordu. Bebeklerin sakat doğduğu düşünülüyor ve doğumundan bir süre sonra gözlerinden ameliyat ediliyorlardı. Göz yuvalarının dolu olması çaresi bulunamayan genetik bir hastalık olarak kabul edilmişti.

“Kendisi de dilenci değil bir mahkumdu. El ve ayak bileklerinde, hareket ederse onu etkisiz hale getirecek bileklikler vardı. Onu buraya bırakan kişi adeta kilitleyip gitmişti. 

“Bizim gibilere uzaylı muamelesi yapıyorlarmış ve önce hapishane gibi bir yerde bir süre tutup bazı tetkiklerden sonra uzak bir bölgedeki madene işçi olarak gönderiyorlarmış. Kendisi hapishane bölümünü tamamlamış. Birazdan bu resmî binanın içine nakil işlemleri için giren bir körün, bir araçla gelip onu maden bölgesine götüreceğini ve orada önce gözlerinin operasyon ile alınarak normal bir insana döndürüleceğini söyledi.

“Aslında bu ülkedeki nüfusun çoğu onun ve benim gibi buraya bir şekilde gelip körleştirilen insanlardan oluşmakta idi. Süreç nasıl başlamıştı bilinmiyordu.

“Üstelik burada uyuduğunda kendi ülkesine geri döndüğünü, kendi ülkesinde uyuduğunda ise buradaki hayatına kaldığı yerden devam ettiğini söylüyordu.”

Son söyledikleri bu kâbusu benim için daha da korkunç hale getirmişti. Midemde dayanılmaz bir kasılma başlamıştı. Duyduklarıma inanamıyordum. İnanmak istemiyordum. Ve bir anda bütün bu muamelelere benim de maruz kalacağımı düşündüm. İliklerime kadar titredim. Gözlerimi evet gözlerimi fazlalık diye alacaklar ve maden işçisi olarak, belki bir ömür bir ilaç için çalıştıracaklardı. Kölelikten farksızdı bu. Ateşimin yükseldiğini ve yere yığılmak üzere olduğumu hissettim.

Uyandığımda kendimi gerçekten de yataktan düşmüş ve yere yığılmış olarak buldum.

Hemen lavaboya koştum. Yüzümü yıkadım. Aynada gözlerime baktım bir süre.

Ne kadar paha biçilmez olduklarını düşündüm. Sadece onlar mı? Özgürlüğüm başta olmak üzere sahip olduğum o kadar çok şey vardı ki paha biçilemeyen.

Şimdiye kadar hiç böyle düşünmemiştim. Hatta başkalarında olup bende olmayanlara hayıflandığım ve onlara bakarak kendimi “kısmetsiz” hissettiğim zamanlar çok olmuştur.

O günden sonra körler ülkesine gitmekten ve her şeyin kaldığı yerden devam etmesinden korkarak uyudum birkaç gün. Her uyandığımda oraya gitmemiş olduğum için ve gerçek dünyada uyanabildiğim için şükrettim.

Ve anladım ki orası aslında körler ülkesi değil, buradan gönderilen nankörlerin ülkesiydi.

Burada kıymetini bilmedikleri nimetler orada ellerinden alınıyordu.

Nankörlüğü bitiren şeyin şükretmek olduğunu ve sahip olduğumuz nimetlerin sayılamayacak kadar çok olduğunu bana hatırlatan böyle bir kâbus gördüğüm için, kendimi artık çok “kısmetli” hissediyordum.