TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Gün boyu açık büfe Ramazan keyfi!

Yok hayır, hayalî bir cümle değil bu. Çok bilinen dindar bir gazetenin sayfaları arasında yer alan bir ilan. Ramazan ilanı. İlanın ana başlığı “Tatilde Ramazan Keyfi”. İçeriğinde ise şunlar yazılı:

Davulcusu, şerbetçisi, meddahı, sema gösterileri, fasıl dinletileri, tasavvuf müziği konserleri, film gösterileri, ramazana özel animasyon şovları, Geleneksel Türk Mutfağından eşsiz lezzetteki iftar ve sahur yemekleri, gün boyu açık büfe yemek servisi ve sahura kadar hizmet veren açık ve kapalı havuzları ile bu yıl ramazan keyfini, size özel oluşturacağımız ramazan atmosferi içerisinde tatille birlikte yaşayın.

Bu satırlar hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki. Ramazan’ı ‘kültürel bir zenginlik’ olarak okuduğunuzda, gelip toslayacağınız duvar işte burası. “Nerede o eski Ramazanlar” denilerek yıllarca sadece direkler arası eğlenceleri, ya da nefsin çok hoşuna giden zengin iftar menüleri nazara verilince, Ramazan’ın ibadet ruhundan soyunup çırılçıplak kalması elbette kaçınılmazdı. Özünde aç kalmak yoluyla nefsi dizginlemek ibadeti olan Ramazan, sathî bir kültür olarak görüldüğünde, nefsin daha da azgınlaştırılacağı bir zaman dilimine dönüşebiliyor. Ayrıca Ramazan’da elbette bir lezzet vardır, ama bu asla bir ‘keyif’ değildir. Ruh, mide ve diğer uzuvların tuttuğu oruçla melekleşir ki, lezzeti de buradan alır; yoksa eşsiz lezzetteki iftar ve sahur yemeklerinden değil!

İlanda vurgunun nefsî lezzetlere olduğu o kadar belli ki! Ramazan cümle ortasında geçtiği halde küçük harfle yazılmış, buna karşılık “Geleneksel Türk Mutfağı” ifadesi, âdeta Ramazan’ın kurumsallaşmış ana unsuru, ayrılmaz bir parçası gibi büyük harfle yazılmış. Bir anlığına Hazreti Peygamber’in bazen tek bir hurmayla iftar ettiğini hatırladığımızda, iftar yemeklerinin sanki gün boyu acıkmanın intikamı alınırcasına geleneksel Türk mutfağının eşsiz lezzetlerinin yardıma çağrılarak bir nefis şölenine dönüştürülmesi ne kadar acınası bir manzara arz ediyor.

Bir zamanlar sırf Ramazan’a saygısından ötürü meyhaneler bile bir ay boyunca kapılarına kilit asardı. Bugün beş yıldızlı otellerimize düşen, belki kapılarını kapatmak olmasa bile, herhalde “Ramazan keyfi”, “Ramazan tatili” gibi uçuk kaçık ifadelerle Müslümanları ruhen en büyük kazançları elde edecekleri bir aydan mahrum etmeye yeltenmemeleri.

 

***

 

“Mutlu olup olmadığımızı rüzgârın sesinden anlayabiliriz. 

Mutsuz insana evinin korunaksızlığını anımsatır bu ses, onu kış uykularından, huzursuz düşlerinden uyandırarak… 

Mutlu adam için ise, korunmuşluğunun şarkısıdır.”

— Theodor W. Adorno, Minima Moralia

 

***

 

Ayşe Şasa: “Ne büyük bir kayıpmış oruçlu olmamak!”

Çocukluğumda, yetiştiğim çevrenin dinle diyanetle bir alakası olmadığı için, oruca dair bir çocukluk hatıram da yok. Bayramdaki el öpme ziyaretlerinden nefret ettiğimi, bayramın benim için bir şey ifade etmediğini hatırlıyorum. Çünkü bayram, ancak oruç yaşandığı, insanın o Ramazan ikliminde manevi sevinci, manevi derinleşmeyi gerçekleştirdiği, dinî bir hayatı yaşayıp tefekkür ettiği zaman anlam kazanıyor. Bu yüzden benim çocukluğumun bayramları, Ramazan’ı ve orucu olmadığı için bir anlam taşımıyordu. İlk orucumu kolejdeyken, deneme kabilinden tuttum. Kolejde sessiz sedasız oruç tutan bir azınlık grup vardı. Bu orucum nasıl bir tecrübeydi, hatırlamıyorum. Allah’ın rızasını taşımayıp aç kalmaktan ibaret olunca bir anısı da kalmamış demek ki. Ben ilk Ramazan oruçlarımı 1988’de tuttum, geçen kırk yılda hayatın o aydınlık ve derin yanını yaşayamadığımı, gençliğimde nasıl olup da yaya kaldığımı fark ettim. Bakıyorum da ne büyük bir kayıpmış oruçlu olmamak; bomboş ve acılı bir hayatmış yaşadığım.

 

***

 

Piskoposun önerisi: “Gelin Allah diyelim”

Hollanda’nın Breda kentinin Piskopusu Tiny Muskens, İslâmiyet dışındaki dinlerde de tanrının adının Arapça’daki gibi Allah olarak ifade edilmesinin gerektiğini söyledi. Muskens, katıldığı bir televizyon programında yaptığı açıklamada, her dinde tanrının başka bir isimle tanımlandığını anımsatarak, Allah sözcüğünün bu tanımlamalar içinde en güzeli olduğunu belirtti. Tanrının adının bütün dinlerde tek bir isimle ‘Allah’ olarak anılması halinde, dinler arasında heyecana yol açan kimi yanlış anlamalar ve olumsuz gelişmelerin de önlenebileceğini ifade eden Piskopos Muskens, günümüz koşullarında böyle bir isteğin yaşama geçme şansını çok düşük gördüğünü de kaydetti. Hollandalıların dışında Almanlar Allah’a Gott, Fransızlar Dieu, İtalyanlar Dio, İspanyollar Dios, İngilizler God, Portekizliler ise Deus diyor.

 

***

 

 

Medyanın gözü, bardağın boş tarafında

Aylardır haber bültenleri kuraklık haberleriyle dolu. Her yeni gün, kuruyan bir başka nehir ya da göl haberi, çatlamış topraklar eşliğinde gözlerimize sunuluyordu. Zamanında tedbir alamadıkları için (sanki her zaman ve şartta mümkünmüş gibi) belediyelere veryansın ediliyordu. Fakat bir yönüyle bakıldığında bu haberler iyice monotonlaşmıştı. Muhabirler bile sıkılmıştı aylardır yaptıkları bu haberlerden. Derken, hiç beklenmedik bir şey oldu: Beraat Gecesi’nin de bereketiyle vatan topraklarına yağmur yağdı.

Evet, nihayet yağmur yağmıştı. Aylardır şikayet edilen yağmursuzluk, yağmur bereketiyle rahmete dönüşmüştü. Bu şartlar altında tutarlı her organizma gibi medyadan beklenen şey, kuraklığa karşı yaptığı sövgüyü, yağmura karşı övgüye dönüştürmesiydi. Fakat o da ne? Yağmur yağmış olmasına ilişkin en küçük bir—hadi, şükürden geçtik—“yağmur yağdı, çok iyi oldu” türünden küçücük bir iltifat bile yer almadı haber bültenlerinde. Dahası, yağmura “Keşke yağmasan daha iyiydi” dedirtecek cinsten haberler boy gösteriyordu ekranda: “Yağmur sel felâketi getirdi.”

Kuraklıktan şikayet eden kim: medya. Yağmurdan şikayet eden kim: yine medya. Oysa kuraklıktan şikayet eden birinin yağmuru teşekkürle karşılaması gerekmez mi? Buradan doğan çelişki, medyayla ilgili çok önemli bir gerçeği gösteriyor bize: Medya ‘reankarnasyon ilkesi’ne göre hareket ediyor ve her seferinde dünyaya kötümser gözle bakan birinin cesetine giriyor. Kuraklık zamanında ondan şikayet eden birinin bedeninde can bulan kötümser medya ruhu, yağmur zamanında o bedenden çıkıp başka bir bedene giriyor ve bardağın boş tarafını görmeye devam ediyor.

Medyanın bu kötümserliği, insanlar arasında kötümser bir ruh hâlinin ve çaresizlik hislerinin artmasında belki de en büyük paya sahip. Çünkü her evde başka programlar olmasa bile, mutlaka haberler izleniyor. Yağmurun onca insana rahmet götürmesine rağmen bunu haber konusu etmeyen medya, bodrum katlarına dolan yağmur suları üzerinden tüm yağan rahmeti kötülemekten kaçınmıyor. Kaldı ki, orada da dere yataklarına ev yapan müteahhitler değil midir asıl suçlu olan?

 

***

 

“Bardağın yarısı su ile dolu” demek bile yeterince iyimser sayılmaz. Asıl iyimserlik, bardağın diğer yarısının da en az su kadar değerli olan ‘hava’ ile dolu olduğunu görebilmektir.

 

***

 

Sofrada ana yemek tek olmalı

Bazı yiyecekler diğerleriyle birlikte yenmesi uygun olmayan yiyecek bileşimini ortaya çıkarır. Değişik tipte yiyecekler, değişik tipte sindirici sıvılar gerektirir ve sindirici sıvıların hepsi birbiriyle uyumlu değildir. Örneğin, patates ile et, peynir ile ekmek, süt ile tahıl, balık ile pirinç.. birbirleriyle uyumlu yiyecekler değildir. Bu bileşimler sizin iç sisteminizde enerjinizin yok olmasına neden olur. Çünkü iki zıt karakterli madde, ‘alkali’ ve ‘asit’ bir ortamda aynı zamanda çalışmazlar. Birbirlerinin etkilerini nötr hale getirirler. Proteinle birlikte nişasta yerseniz, sindirim zayıflar ya da gerçekleşmez. Sindirilmeyen yiyecekler ‘mayalanma’ ve ayrışan bakterilerin üremesi için uygun ortamı oluştururlar. Böylece sindirim bozukluğu ve gaz artar. Bu problemin çözümü her yemekte tek ‘yoğun’ gıda almaktır. Mesela biftek yoğun, karpuz ise suca zengin bir gıdadır.

 

***

 

“Ne güzel terbiyedir oruç. 

Seni nefsinin karşısına koyar. 

Bedeninin kabuğuna derin çizikler atar. 

Teninde gül kokulu yaralar açar. 

Yüreğine fısıldar: ‘Sen sana ait değilsin!’”

— Senai Demirci

 

***

 

Bu bir emirdir!

“Kralın karşısında esnemek görgü kurallarına aykırıdır, esnemeni yasaklıyorum.” dedi Kral.

“Ama buna engel olamıyorum.” dedi Küçük Prens şaşkınlıkla. “Uzun bir yoldan geldim ve hiç uyumadım.”

“O halde esnemeni emrediyorum.” dedi Kral, “Yıllardır esneyen birini görmedim. İnsanların nasıl esnediğini merak ediyorum. Haydi şimdi yeniden esne. Bu bir emirdir.”

Küçük Prens kıpkırmızı olmuştu. “Beni korkutuyorsunuz. Artık esneyebileceğimi sanmıyorum.” dedi.

— Saint Exupery, Küçük Prens’ten