Bir çığlık sesi ile uyandım.
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Ben babaannemin halamla birlikte yaşadıkları evde misafirdim. Ailem ve birçok akrabam bir cemiyete katılmak için memlekete gitmişti. Beni birkaç günlüğüne, yaşlı ve tansiyon hastası babaannemin yanına nöbetçi bırakmışlardı.
Işıkları yaktım. Ses çok yakından geliyordu. Yetişkin bir kadın sesi olduğu tereddüde mahal bırakmayacak kadar netti. Bağırtılar arada yerini kısa suskunluklara bırakıyor sonra tekrar daha güçlü ve uzun süren çığlıklara dönüşüyordu. Balkona koştum. Bahçe lambası arızalıydı. Onun yerine bu görevi dolunay üstlenmişti. Fakat iri yarı bir adamın kısa boylu, çelimsiz bir kadını yere yatırdığı ve kocaman elleriyle onu tartakladığı gün gibi ortadaydı.
Burası beş katlı ve her biri yirmi daireden oluşan karşılıklı iki apartmanın olduğu küçük bir siteydi. Ne bizimkinde ne de karşı apartmanda ışığı yanan başka daire yoktu. Perdelerini aralayanlar, hemen kapatanlar ya da seyretmeye devam edenler belli oluyordu. Olaya polis el koyarsa şahit yazılmamak için miydi bu kayıtsızlık? Gördükleri halde, görmedim, duydukları halde duymadım mı diyeceklerdi? Ve ben bu çocuk yaşımda—o yıl liseye başlamıştım—tek şahidi mi olacaktım bu cinayetin?
Kadından ses gelmiyordu. Belki de son nefesini vermişti. Son zamanlarda gündemi epeyce meşgul eden kadın cinayetlerine bir yenisi daha mı eklenmişti yoksa?
Tam o anda şimdiye kadar hiç sesi çıkmayan adama ait olduğunu düşündüğüm acı dolu bir inleme duydum. Kadın onun elini ya da yüzünden bir bölümü ısırmış olmalıydı. Adam onun üzerine eğilmişken, filmlerde gördüğüm gibi iki bacağının arasına dizi ile vurmuş da olabilirdi. Demek ki can havli ile bütün gücünü toplamış ve kendini kurtaran darbeyi indirmişti. Sadece bununla kalmadı kadın. Ayağa kalktı ve dizlerinin üstünde hareketsiz durmakta olan adamın kafasına daha önce bu konuda çok pratik yapmış birisinin rahatlığı ile, bir ayak darbesi indirdi. Bu sıkı darbe düşmanını yere serdiği gibi kendisini de sarsmıştı. Sendeledi ama yıkılmadı. Zar zor adım atarak bizim apartmana doğru yaklaştı. Dairemiz birinci kattaydı. Sadece bizim ışığımız açıktı ve benim de onları seyrettiğimi görmüştü. Kafasından düşmek üzere olan uzun sarı saçlarını eline aldı. Asılları çok kısa ve siyahtı.
Kadın bizim dairenin ziline olanca gücü ile basarken adamın yerden doğrulduğunu fark ettim. O da bizim daireye, hatta bana bakıyordu. Karşı binanın gölgesi yüzünü görmemi engelliyordu. Siyah paltosu ve iri cüssesi ile korkunç gözüküyordu. Hareketlerindeki tutukluk bir robotu andırıyor, gözlerinin yoğun olan beyaz kısmı ışıldıyordu. Bütün bunlar onu daha da ürkütücü bir hale getirmişti.
Babaannem yeni uyanmış ve yanıma kadar gelmişti. Bana hiçbir şey sormaya gerek duymadan:
“Korkma,” dedi. “Bu bizim assolist. Karşı apartmanda oturur. Işığı açık görünce bana uğramak istemiştir. Aç kapıyı da içeriye alalım.”
Kadın sarhoştu ve çok kötü kokuyordu. Üstelik zannettiğimden daha boylu bosluydu. Onu beraber salondaki kanepeye yatırırken babaannem bir taraftan söyleniyordu:
“Ah be kızım içmesen şu zıkkımı, üzmesen şu adamı. Gece kulüplerinde şarkıcılık senin neyine!”
Kadın sızıp kalmış, bunları duymamıştı belki de. Benimse aklım adamda kalmıştı ve her an kapımızı çalacak diye bekliyordum.
“Babaanne” dedim. “O korkunç adam dışarıda. Ya o da gelirse?”
Babaannem sesinin tonunu daha da yumuşatarak:
“Korkma” dedi. “Güzel insandır o. Karıncayı bile incitmez.”
Oysa onun “Güzel insan” diye bahsettiği kişi bana Frankeştayn karakterini hatırlatmıştı.
Babaannem devam etti:
“Bu kadın onun kıymetini bilemedi, boşadı. Fakat o hala bunun peşini toplar, korur kollar. Şarkıcılıktan kazandığı içkisine yetmiyor aslında. Hep hor gördüğü, aşağıladığı bu adam ödüyor kirasını, faturalarını.”
“Fakat babaanne” dedim. “Gözümle gördüm kadını yere yatırmıştı ve boğazını sıkıyordu.”
“Sen yanlış görmüşsündür evladım.” dedi. “Gözler de, kulaklar da çoğu zaman yanıltır insanı. Öldürmek için değil, yerden kaldırmak için uğraşmıştır o.”
Babaannemin her daim parıldayan gözleri buğulandı. Birazdan anlatacağı şeylerin hüznü şimdiden sesine de yansımıştı:
“Bu kadını çalıştığı geceler bir taksi site girişinde bırakır. O da bazen, evine giremeden dışarda yığılır kalır. Komşular artık umursamaz oldular. Halan da çok kızıyor ona. Komşuluk eden bir ben kaldım. Benimle birlikte namaz bile kılar bazen. Kötü biri değil aslında. Fakat bırakamıyor bu illeti. Bu adamdan kendi boşandı, görmeye tahammül edemiyormuş. Başka da kimsesi yok. Adam da çalgıcıymış önceden. Beraber çıkarlarmış sahneye. Bunların bir bebeleri varmış. 3 yaşındayken 5. kattaki evlerinin salon penceresinden düşüp ölmüş. Buraya sonra taşındılar. Havanın çok sıcak olduğu bir gece sineklik takılı olan pencereyi içerisi biraz hava alsın diye açmış adam. Onlar mutfaktayken, kaşla göz arasında olmuş her şey. Nasıl olduysa oraya çıkmaya, sinekliği ittirmeye gücü yetmiş çocuğun. Kadın hem bu ölümü kabullenemiyor hem de adamı suçlamaktan vazgeçemiyor. Çok anlattım, kader dedim, tevekkül dedim, olacakla öleceğin önüne geçilemez dedim, dinletemedim. Adam tövbe etti, sahneyi de bıraktı, bütün kötü alışkanlıkları da. Kadın atlatamadı bir türlü, daha da battı. İçkiye de böyle başladı. Fakat ben ümitliyim o da kurtulacak inşallah.”
İnsanı tam anlamıyla ters köşeye yatıran bir olaya şahit olmuştum. Görünenin ardındakiler beni çok şaşırtmıştı. Nerede ise nefes almadan dinlemiştim. Babaannem benim o şaşkın halimi görünce:
“Kimse kimsenin hikayesini tam olarak bilemez yavrum” dedi ve ekledi:
“Hemen suizanda bulunmamak lazım.”
Ben bunu ilk defa bu olayda tam olarak anlamıştım.
Tekrar balkona çıktım. Adam ortalıkta gözükmüyordu. Kadına başka bir güzel insanın, babaannemin kol kanat gerdiğini görünce gitmiş olmalıydı.