Yaratılış ya da fıtrat, bugünün insanına çok da fazla anlam ifade etmiyor. Mühendislikle nasıl tabiat olduğu halden başka bir hale dönüştürülüyorsa, toplumlar da fıtrata riayet edilmeden bir halden bir başka hale dönüştürülüyor.
Tabii, sonsuz ilmiyle başını da sonunu da hikmetle yaratan Rabbin yarattığı gibi olmuyor hiçbir şey. İnsanın el attığı her şeyde bir eksiklik izi görülüyor. Teknoloji ürünlerinin de belgelediği gibi, insanın yaptığı bir ürün bize bir fayda verirse, onun birkaç misli zarar veriyor. Arabayla bir yerden bir yere hızla gidiyoruz, ama aynı zamanda atmosferi de kirletiyoruz. Daha kötüsü, yakıt için savaşlar yapıp kan döküyoruz.
‘Madde’den ‘insan’a geçtiğimizde işin vehameti daha da artıyor kuşkusuz. Söz gelişi biz bir insanın yaratılış evrelerini doğru anlayamadığımızda, ona uygun sosyal çevre oluşturamıyoruz. Ve toplum, bugün olduğu gibi, akordu bozuk bir piyanonun notalarına benzer şekilde herkesin ayrı ses verdiği bir karmaşaya dönüşüyor.
Vaktiyle komünizm ‘yaratılış’ı reddettiği için akılcı birtakım sosyal düzenlemelere gitmişti. İnsanların farklı gelişme istidadları olduğunu göz ardı edip, sosyal adaleti eşitlikte aramıştı. Dahası, aile kurumunu görmezden gelip, kadınları ve erkekleri işyerlerine, çocukları kindergarden’lara (çocuk yuvaları) tıkıştırmışlardı. Tüm bu girişimlerin sonucu hüsranla bitti.
Yine, sekiz on yıl önce dev futbol sektörünü daha da büyütmek için girişimciler bayan futboluna yöneldi. Her yerde takımlar kuruldu, bayan futbolu teşvik edildi. Ciddi ciddi dünya kupaları bile düzenlendi. Ama bir türlü dikiş tutmadı bu girişim. Çünkü ağırlık noktası vücudunun belli bölgesinde yoğunlaşan kadın fizyolojisi, futbola pek uygun değildi. Özellikle diz bölgesi, sahadaki zorlu hareketler yapılırken kolayca sakatlanıyordu. Bu yüzden kadın futbolcular oynadığından çok, sakatlanıyor ve aralarından yıldız futbolcu çıkmıyordu. Sonuçta bu işten de vazgeçildi.
Yaratılışın ne kadar belirleyici olduğunu göstermek adına sundum bu iki örneği. Hakikaten başında dikkate alınmasa bile, eninde sonunda kendisini hissettiriyor yaratılış denen gerçek. Bütün işler, ancak yaratılışın izin verdiği ölçüde ve yaratılış zemini üzerinde gerçekleşebiliyor. Ve ancak ona uygun hareket edildiği takdirde, netice müspet oluyor. Amaçlarını ona uyduranlar kazanıyor, uydurmayanlar kaybediyor.
Cinsellik sorunu, bekârlık sorunu olmasın?
Yaratılışı önemsemezlik ya da ihmâlin faturası hemen ödenen faturalardandır. Ne yazık ki insanlık bu konuda mesafe alacağı yerde, daha da geriye gidiyor. Yaratılışı önemsemeyen ‘mühendislere’ gün geçtikçe ‘toplum mühendisleri’ de iştirak ediyor.
İşte bu gelişme, toplumun dokusunu, özelde gençliği ve daha özelde gençliğin cinsellikle ilgili sorunlarını depreştiriyor, çoğaltıyor.
Bu, elbette, eskiden gençlerin cinsellik diye bir sorunlarının olmadığı anlamına da gelmiyor. Cinsellik bugün olduğu gibi geçmişte de sorundu ve de bir imtihandı. Özellikle zinaya düşme tehlikesini çağrıştıran cinsellikten bahsediyorsak, böyle bir sorun her zaman vardı. Fakat bugünkü kadar ağır boyutlarda değildi.
Geçmişe göre daha zor olan şey ise şu: Bugün karşıt cinsiyete sahip gençler, eskiye göre, sosyal hayat içinde birbirlerine çok daha yakın, ama sağlıklı ve meşrû bir cinselliğe de bir o kadar uzaklar. İşte sorunun temeli ve temel çelişki burada!
Günümüzde gençler, hele üniversite tahsili gören gençler, karşı cinsle aynı sıralarda oturuyorlar ve otuz yaşına kadar bekâr yaşıyorlar. Bu ıstırabı, otuz beşlere kadar taşıyanları da oluyor. Taşıyamayanları, yanlış yollara da sapabiliyor. Fakat öyle ya da böyle; dinen evlenme olgunluğuna erişmiş olduğu halde gençlerimiz ortalama 14-15 yıl süreyle bekâr hayatı yaşıyorlar.
Bu noktadan bakıldığında, gençlerin cinsellik sorunu biraz da bu uzun süren ‘bekârlık sorunu’ gibi görünüyor. Bekârlık süresi ne kadar uzarsa, cinsellik diye andığımız sorun ya da imtihan da o kadar zorlaşıyor.
Popüler tahribat
Fakat yine de cinsellik sorununun tamamını bekârlık sorunu diye isimlendirmek yanlış olur. Çünkü faraza gençlerimiz yirmi yaşında evleniyor olsalar da, bugün yine hiç şüphesiz cinsellik diye bir sorundan bahsediyor olurduk.
Bunun belirli bazı nedenleri var. Ama bu nedenlerin içinde sanıldığı gibi “çocuklara sağlıklı cinsel eğitim verilmediği” seçeneği ağırlıklı oranda yok. Çünkü çocuklar kendilerine cinsel eğitim verilmediği için cinsel sorun yaşamıyorlar, cinsel içerikli söz ve görüntülere maruz kaldıkları için yaşıyorlar bu sorunu.
Bunda da baş rolü, popüler kültür araçları oynuyor. Düşünsenize, yılda sadece reklâmlarda yirmi bin cinsel sahne yer alıyor. Pembe diziler, reytingi yüksek şovlar, rock müzik gibi çeşitli müzik türleri de cinsel şehveti ateşliyor. Pek çok şarkı pornografik kelime ve cümle içeriyor. Bilimsel araştırmaların da ortaya koyduğu gibi, bu tarz müzikler beyinde ‘melatonin’ denen hormonu aktif hale getiriyor. Beyindeki bu bölge aşırı aktif hale geldiğinde, kişinin büluğ çağına geçişi bile hızlanıyor. Az sonra bahsedeceğim ergenlik yaşının düşmesinde belki de en büyük etken bu.
Hakikaten pornografinin (cinsel içerikli söz ve görüntülerin) bu kadar yaygınlaşması ve bunlara küçük yaştaki çocukların maruz kalması, onları zamanından önce cinsel açıdan ‘olgunlaşmaya’ zorluyor. Eskiden liseye giden kız ve erkek öğrenciler el ele bile tutuşamazken, şimdi ilkokul sıralarındaki çocukların kendisine (güya) sevgili yapıyor oluşunu başka neyle izah edebiliriz, bilmiyorum doğrusu.
Oysa pornografi bu kadar yaygınlık kazanmasa, çocukların ve hatta gençlerin zihninde cinsellik romantik bir hayal ülkesine yapılan yolculuktan çok da öte bir anlam ifade etmez aslında. Böylece cinsellik onların gerçek yaşamlarına zorlayıcı bir kuvvet olarak da giremezdi. Cinselliği çağrıştıran bir söz işittiklerinde utanır, kızarırlardı. Fakat bugün öyle değil bu. Hele bir yetişkin olarak böyle bir gaflete düşün. Karşınızdaki çocuk yaştaki veledin yüzünüze bakıp arsız arsız güldüğünü görmeniz hiç de ihtimal dışı değildir.
Durum ne kadar can sıkıcı olsa da, yine de anlaşılır olduğunu ekleyelim: “İnsan gördüğünü yapmak ister. Hele de o şey haz verici bir şeyse!”
Ergen, ama yetişkin değil!
Aslında cinsellik sorunu, günümüzde insan yaşantısının normal şartlarda da en sorunlu dönemi olan ergenlik dönemi problemlerinin bir parçası büyük oranda.
Ergenlik ya da gençlik çocukluktan yetişkinliğe bir köprüdür. Genç kendisini çocukluktan çıkaracak, yetişkinlerin arasına katacak kişilik ve kimlik gelişimini bu dönemde gerçekleştirir. Ailesinden yavaş yavaş kopmaya başlar, kendi düşünceleri ve inanç değerleri üzerinde düşünmeye girişir, kendisine bağlanabileceği bir anlam dünyası arar, bir mesleği en azından kalfalık düzeyinde öğrenmeye çalışır. Böylece kendi ayakları üzerinde durabilen bir insan evladı çıkar karşımıza.
Hasılı, ergenliğin temel hedefi, genci her anlamda yetişkin olgunluğuna yaklaştırmasıdır. Buna, meslekî olgunluk, kişilik olgunluğu ve cinsel olgunluk da dahildir.
Fakat günümüzde ergenlik dönemi, tam bir arapsaçına dönmüş durumda. Tapulu arsa üzerinde çalışır gibi, eğitimden aileye, medyadan devlete.. herkes ergenlik dönemi üzerinde kafasınca işler yapıyor. Sonuçta da, ergenin kimliğinin farklı parçaları birbiriyle orantısız ve eşzamansız biçimde gelişiyor.
Söz gelimi, gençler cinselliği erken yaşta öğrenerek erken yaşta cinsel kimlik oluşturma yoluna gidiyorlar. Ama aynı gençler, dinî inanç ve meslekî gelişim konusunda neredeyse hiç mesafe alamıyorlar uzun yıllar boyunca. Normalde yirmili yaşlarından önce bir meslek sahibi olması gereken genç, bu konuda yirmi beş yaşından sonrasını beklemek zorunda.
Bunun anlamı şu: Bir yanda ‘ergenlik yaşı’ aşağılara iniyor ama diğer yanda ‘yetişkinlik yaşı’ yukarılara çıkıyor. Uzmanlar ergenlik yaşının 8-9 yaşa kadar indiğini söylüyorlar. Ve bunlar farklı bünyede değil, aynı bünyede gerçekleşiyor. Kişiliğinizi, kimliğinizi oluşturan kuvvetlerden bazıları sizi aşağıya, bazıları yukarıya çekiyor yani.
Konuya şöyle bakmak da mümkün: Gencin zihin, duygu ve beden gelişimi arasında bir orantısızlık ve uyumsuzluk yaşanıyor. Örneğin cinsel kimlik açısından gencin bedeni henüz çocukluk çağını yaşarken, zihni ve duyguları ergenlik dönemine çoktan girmiş durumda. Ama aynı zihin ve duygular dinî düşünce ve değerler açısından henüz çocukluk çağını yaşamaya devam ediyor. Meslekî açıdan da aynı şekilde.
Elbette bu itiş kakış arasında bütüncül ve uyumlu bir kimlik ihtiyacı içinde olan genç insanın ruhu büyük bölünmeler yaşıyor, büyük acılar çekiyor. Ergenlik döneminden beklenen harmonik olgunlaşma da gerçekleşmiyor tabii.
Oysa, yaratılışı tasdik eden ve hikmeti onun üzerinde bina eden dinimize göre: 14 yaşından sonra bir genç akil-baliğ, dolayısıyla mükellef bir şahıs (yetişkin) olmuş demektir. Yani, düşüncesinden ve yaptıklarından sorumludur. Bu noktada sevgili Peygamberimizin daha önce askere almadığı bir genci on dört yaşına bastıktan sonra yetişkin kabul edip savaşa aldığını hatırlamakta fayda var.
14-15 yaşına girmiş bir genç insanın yetişkin olması ne demektir?
Bu, gencin artık o yaştan itibaren kendi ayakları üzerinde durabileceği, durması gerektiği; duramıyorsa, bunun için hiç vakit kaybetmeden elinden geleni yapması gerektiği demektir. Ailenin, toplumun ve kurumların kendisini buna göre ayarlaması, bu konuda gence destek olması, elinden geleni yapmaya çalışması demektir.
Genç dediğimiz insan bu yaşlarda kişiliğinin temel taşlarını oturtmuş, dinini sorgulayıp belli oranda içselleştirmiş, mesleğini biraz biraz eline almış, yavaş yavaş yeni bir yuva kurmanın zihinsel ve maddi hazırlığına başlamış olmalıdır. Ve tüm bunlar birbiriyle eş zamanlı olarak, ortalama on yıllık bir süre içinde olup bitmelidir normal şartlarda.
Bu meseledeki vebalde eğitim sisteminin büyük payı var kuşkusuz. Çocuklarımızı ne gençliğe ne de hayata hazırlayabildiğini söyleyebiliriz onlara verdiğimiz eğitimin. Fakat hatayı sadece eğitimde görmek de bizi yanıltabilir. İşin felsefesine inmemiz lâzım biraz da.
İçi boş cinsel kimlikler
Modernitenin önemli sac ayaklarından bir tanesi, ‘gençliğe övgü’südür. O kadar aşırıya gider ki bunda, çocukları vakti gelmeden önce genç olmaya, yaşlıları da vakti geçtiği halde genç kalmaya zorlar. Güya tüm insanlar genç ve güçlü olmalıdır.
Hâlbuki yaratılışa hiç de uygun değildir bu söylem. Çocuklar acz içinde yaşamaya, yaşlılar yaşlanmaya devam ettikleri müddetçe de uygun olmayacaktır.
Yaratılışa uygun olmayan bu söylemin gerçek hayatta yaptığı tahribat, cinsel kimliklerin içeriğinin boşalmasına yol açmasıdır. Eskiden erkek ya da kadın denince anlaşılan şey ile bugünkü anlayış arasındaki farka bakıldığında, tablo gayet net olarak gözükür.
Bugün erkek dendiğinde, zihinlerde çok daha az bir oranda ‘sabır’ ‘metanet’ ‘kararlılık’ ‘azim’ ‘kuvvet’ gibi kişilik değerleri canlanıyor. Aynı şekilde kadın dendiğinde de, ‘şefkât’ ‘fedakârlık’ hatta ‘duygusallık’ gibi değerler pek aklımızın çeperlerine değmiyor.
Bu noktada algı, tamamen maddi düzeye inmiş durumda. Erkek denildiğinde boylu poslu olsun, yakışıklı olsun, yapılı olsun’dan öte bir şey anlamıyoruz. Kadın denilince de, güzel olsun, alımlı olsun, vücut hatları şöyle olsun, böyle olsun...
Böylece, bir yandan kadın ve erkek kimliğinin kişilik değerleri tamamen parçalanmaya uğratılıyor; bir yandan da beden alabildiğine yüceltilmiş oluyor. Ortada bir tek çıplak bir fizik kalıyor. Ona da her türlü metafizik (kimlik) uydurulabilir hale geliyor. İster kadın bedeni üzerine bir erkek kimliği, ister bir erkek bedeni üzerine eşcinsel kimliği! Beden senin, tercih senin! Keyfine bak!
Kadın ve erkek kimliğinin fizik-metafizik bütünlüğünün bozulması, kadın ve erkeği yaralamaktan başka bir işe yaramıyor oysa. Sadece bedeniyle ilgilenilen bir kadın, insan olmanın onurunu yaşayamamaktan ne kadar mustarip oluyorsa, sadece tensel hazza yönel(til)miş erkek de, kadın bedeni karşısında yaşadığı mağlubiyet ve mağduriyet hissinden o kadar mustarip oluyor. Ne kadın ne erkek bu işten kârlı çıkıyor yani.
İşin bu noktaya gelmesinde yaratılış ilkelerini kendi keyfince çarpıtan dünya genelinde etkide bulunmuş ideolojilerin payı büyük. Kadının erkekleşmeye zorlandığı bir zamanda yaşıyoruz. Kalpsiz bir rasyonalite hükmediyor. Kadınların yaratılışlarındaki şefkat ve annelik içgüdülerini bile bir kenara bırakması gerekiyor.
Sonuçta, erkek ve kadın cinsiyeti de tektipleşiyor, ‘unisex’ oluyor. Kadın, erkek olmak önemsizleştiği gibi koca, eş, çocuk, yaşlı.. olmak da önemsizleşiyor. Ailenin ya da akrabanın görevlerini ticarî amaçlı kurumlar ve işletmeler üstleniyor.
Size dağıtılan rolleri merak ediyorsanız, şöyle: Çocuksanız, genç delikanlı olana kadar kreşlerde, sınıflarda bekleyeceksiniz. İhtiyarsanız, anti-aging programlarını yakından takip edip, doktorlara çuvalla para saçıp genç kalmaya bakacaksınız. Kadınsanız, vücudunuzu diyetle şunla bunla daima formda tutacak, erkeğin çalışma şartlarına kendinizi uyduracaksınız. Erkekseniz, biraz kadınlaşıp hem amirlerinizle iyi geçinecek, hem de müşteriye kadın cazibesiyle ürün satabilmeyi başaracaksınız.
Çalışacak, kazanacak, tüketecek, eğlenecek, sonra tekrar çalışacaksınız. Ve bu böyle sürüp gidecek. İşte sizin için tasarlanan hayat döngüsü bu! Ebedî ruhu taşıyan toprak bedenin toprak kısmı için tasarlanmış bir hayat olması, sizin için sorun değilse, sorun da yok!
Yaratılış ilkeleri, şimdi!
Gelgelelim modern kapitalizmin bu tasarıları, bu ilkeleri yaratılışın ilkeleriyle örtüşmüyor. Bu yüzden de kaybetmeye, insanlara da kaybettirmeye mahkûm.
Bu kaybedişin izlerini çoktandır görüyoruz. Ailenin çözülüşü, boşanma oranlarının artışı, intihar oranlarının artışı, Batılı toplumlarda ve giderek dünyanın geri kalanında da doğum oranlarının düşüşü, kadının erkeksileşmesi, erkeğin kadınsılaşması, cinsel sapkınlık, AIDS, uyuşturucu madde bağımlılığı, yalnızlaşma ve yabancılaşma, mutsuzluk ve güvensizliğin sessizce yayılışı, hırsızlık, dolandırıcılık ve cinayet oranlarında her yıl katlanan istatistikler, çocuklarda görülen uyum ve davranış sorunlarında gözle görülen oranda artış.. hepsi ve daha pek çok şey, modern dünyanın bırakın yeni dünya düzeni’ni artık eskisini bile tutturamayacağının işaretleri.
Şimdi yaratılış ilkelerini yeniden hatırlama zamanı!
Yaratılışın birinci ilkesi, yaratılışın bir Yaratıcısı olduğudur. Ve işler O’na yöneltildiğinde ancak bir bütünlük ve anlama sahip olacağıdır. Aksi halde her şeyin tespih tanelerinin dağılışı gibi, dağılıp çözüleceğidir.
Bu dünya yaratılmıştır, insan yaratılmıştır, genç yaratılmıştır, çocuk yaratılmıştır. Onların fıtratları da yaratılmıştır. Tüm fıtratların gayesi, Rabbin hakkıyla bilinmesi yolunda kullanılmasıdır. Eğer bir hareket bizi O’na yakınlaştırıyorsa, amacına uygun kullanılıyor demektir. Uzaklaştırıyor ve sıkıntılara sokuyorsa, amacına uygun kullanılmıyor demektir.
Yaratılış ilkeleri hiçbir zaman yok sayılamaz. Annelik içgüdüsü yok sayılamaz. Babalık içgüdüsü yok sayılamaz. Erkek ve dişilik ilkeleri yok sayılamaz. Akrabalık bağları yok sayılamaz. Gencin cinsel hormonları yok sayılamaz. Ama aynı zamanda insanın sabır ve irade kuvveti de yok sayılamaz. Tüm bunlar, Rabbin hem bizim kendisini daha iyi anlamamız, olgunlaşmamız hem de vicdan rahatlığıyla yaşamamız için uymamızı istediği ferdî ve sosyal düzene götüren psikoloji, fizyoloji ve sosyoloji tabanlı yaratılış yasalarıdır.
Dileseydi, Rabbimiz insanları tıpkı kapitalizmin öngördüğü gibi unisex de yaratabilirdi. Dileseydi, herkesi ayrı ayrı adalarda tek başına da yaşatabilirdi. Ama erkek ve dişi olarak, kabile ve milletler olarak yarattı ki, aramızda bir tanışma olsun, bir ilişki gelişsin istedi. Bir akış olsun, zıtlıklardan bir kemalât doğsun murad etti. Neslin devamı, dünyanın dirliği düzeni gibi büyük hadiseleri de bu ilkelerin vesileliğine bağladı.
Ebede namzet insanoğlunun ömrünü kısa süreli dünya lezzetleri peşinde tüketmesi yaratılış ilkelerine terstir. Açıklık-saçıklık ya da gözü harama dikmek de öyle. Mü’mine kadına ‘Örtününüz!” emri, mü’min ve mü’mine erkek kadına “Gözlerini harama çevirmekten sakınsınlar.” emri bu yüzden buyuruldu.
Erkeğin ve kadının birbirine yakınlaşma eğilimi, neslin devamı içindir. Bu eğilimin amacı dışında sonuçsuz bir haz alma uğraşısında tüketilmesi yaratılışa uygun değildir. Evliliği kerih gören modern düşünce ancak nesli kurutur, kurutuyor da. Çocuğu fazlalık gören anlayış, hayatı katılaştırır, katılaştırıyor da. Şiddeti çoğaltır, çoğaltıyor da.
Öyleyse genç insan!
Bil ki bu dünya bir ticarethanedir. Ama kapitalizmin söylediği gibi bu dünyada başlayan ve biten bir ticarethane değildir. Yaratılışı ve seni Yaratan, nefsini O’na satman karşılığında sana ebedî bir cennet vaad ediyor. Ücretini ahirette vereceğini bildiriyor.
Kötü yola düşmemek için yaratılışını iyi öğren. Bedeninin, aklının, duygularının, vicdanının sesine kulak ver. Aynı zamanda Yaratan’ın söylediklerine de kulak kesil. Gözünü haramdan indir. Anne babanın haklarına riayet et, akrabalarını ziyaret et. Dinini iyi öğren. Hayalinde daima bir gayen olsun. Varoluşunu o gaye ile çoğalt ki zihnin sadece nefsinin kısır arzu ve isteklerine hasrolmasın. Mesleğini olabildiğince erken öğrenmeye bak. Kalbini Allah’ın adıyla, aklını yüksek fikirlerle doldur. Kendini hep bir işle meşgul et. Korkma, yeri ve zamanı geldiğinde dünya lezzetlerinin de meşrû dairede tadına bakacaksın. Az sabırlı ol.