“ÇOCUKLARINIZ İÇİN TELEVİZYONU KAPATIN”
Son birkaç yıldır başta Amerika olmak üzere dünyanın pek çok yerinde Nisan ayının son haftası “televizyonu kapatma haftası” olarak kutlanıyor. Bu eyleme sekiz milyon civarında insan katılıyor. Şapka çıkartılacak bu eylem için, Amerika Birleşik Devletleri Brooklyn Kilisesi vaiz papazı Joel Solliday, bakın neler diyor:
“Yılda bir kez gerçekleşen bu olay, bize, televizyonun bizden alıp götürdüklerini geri kazanmayı amaçlıyor. Onlar neler mi? Üretkenliğimiz, sağlığımız, kişisel ilişkilerimiz, ruhsal gelişimimiz ve ahlâkî terbiye.
Bunu çocuklarınız için yapın! Benim saf bir huysuz ihtiyar olduğumu düşünebilirsiniz. Belki de öyleyimdir. Ama çocuklarınızın çoğunun odasında aile bağlarını, sessiz dakikalarını, ödev ve uyku zamanlarını, okuma zevklerini zihinsel, ahlâkî ve ruhsal gelişimlerini ve gerçeklik duygularını çalma görevini yerine getiren bir televizyon var.
Belki çocuklarınız “Çok sıkılıyorum.” diyorlar. Fakat sıkıntı çok kere üretkenliği sonuç verir. Ben on iki yaşıma gelinceye dek bizim evde televizyon yoktu. Şimdi aileme bir bakın: Bir erkek kardeşim iyi bir sanatçı oldu. İki müzisyen ve bir de yetenekli bir fotoğrafçımız yetişti. Ben ise, Tanrının bana verdiği sanat, müzik ve yazma istidatlarımı, birikimimi zenginleştirmek için kullanıyorum.
Ayrıca “Sıkılıyoruz” mazeretiyle izlediğimiz televizyon, ahlâkî değerlerimizi de alt üst ediyor. Bugün televizyon nedeniyle gayri meşru ilişkiler, küfürbazlık, anne ve babaya isyan toplum içinde neredeyse “normal” kabul ediliyor. Eğer televizyonun sizin için normal olanın ne olduğunu belirlemesine izin verirseniz, kaybedersiniz. Normal, ne olursa olsun, değişebilir. Hollywood bunu çok iyi biliyor. Etkili bir biçimde sosyal standartlarımıza set çekiyor ve kendi değerlerini ana tema haline getiriyor. En büyük silahı ise gizli değil: Televizyon.
Televizyon günahı mübahlaştırmaya çalışıyor. İnanmak, ümit etmek ve sevmek için gerekli fiziksel, zihinsel, duygusal ve ruhsal araçlarımızı köreltiyor.”
***
“Bizim en derin korkumuz, yetersizliğimiz değildir. Bizim en derin korkumuz, kayıt altına alınamayacak ölçüde güçlü oluşumuzdur. Karanlık değil, nurdur aslında bizi korkutan. Biz içimizdeki Allah’ın nurunu tezahür ettirmek için yaratıldık. Eğer korkmadan içimizdeki nurun dışarıyı aydınlatmasına fırsat verirsek, başka insanların da aynı şeyi yapmasına zemin hazırlamış oluruz.”
— Marianne Williamson’un ‘Return to Love’ adlı kitabından alıntı.
***
SİYONİSTLERİN KIRILAN ÜMİDİ
Siyonizmi tek bir cümleyle tanımlamak gerekirse, “Topraksız bir halk için, halksız bir toprak!” sloganı herhalde yeterli olur. Slogandaki topraksız halk Yahudilere, halksız toprak ise Filistin toprağına işaret ediyor. Siyonizm başından beri Filistin toprağı üzerindeki tüm Filistinlileri yok ederek, Yahudi halkını bu topraklara yerleştirme üzerinden kendisini meşrulaştıran meş’um bir Yahudi hareketi.
Fakat son zamanlarda siyonistlerin kendileri bile Filistinlileri tamamen yok edemeyeceklerini anladıkları için müthiş bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Merhum Filistin devlet başkanı Yaser Arafat, İsrail karşısında kendi halkına hitaben, “Sizin en güçlü silahınız, çocuk doğurmanızdır.” demişti. Bu söze uyan Filistinlilerin doğum oranları, İsraillilerden kat kat fazla; ve yakın zamanda İsrail, Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e uzanan işgal ettiği topraklarda azınlık durumunda kalacak.
Siyonistlerin hayal kırıklıkları politikalarına da yansıyor. Meselâ, kaç yıldır kendilerinin toprak ilhak etme hakkı olduğunu savunan Yahudiler, beş yıl içinde kendi aralarında işgal ettikleri topraklardan (tamamen, yarı yarıya veya kısmen de olsa) çekilme hususunda fikir birliğine varmış durumda.
Öte yandan, Yahudiler Filistinlilerle tek bir devlet çatısı altında birleşmeye de sıcak bakmıyorlar. Bu konuda fikir beyan eden İsrail İçişleri Bakanı Ehud Olmert, çaresiz bir tonda, “İşte o zaman her şeyimizi kaybederiz.” diyor. Şaron hükümetinin Gazze Şeridi’nden geri çekilme ve araya duvar örme politikasının ardında da, bu tek devlet korkusu yatıyor.
Açıkçası, Yahudiler siyonist sloganı asla gerçeğe dönüştüremeyeceklerini anlamışa benziyorlar. Bu da, onları daha önce hiç olmadıkları kadar karamsar yapıyor.
— The Atlantic Monthly, Mayıs 2005
***
AVRUPA MÜSLÜMANLAŞIYOR MU?
Bugünlerde Avrupa’nın derdi çok. Bir yandan, yeni katılan üyelerle birlikte genişleyen AB’yi ayakta tutma mücadelesi veriyorlar, diğer yandan, kıta üzerinde git gide artan Müslüman nüfus tehdidiyle yüzleşmeleri gerekiyor.
Belki kısa vadede birincisi daha acil gibi gözüküyorsa da, Avrupalılar uzun vadede ikincisinin daha ciddi olduğunun farkındalar.
Zaten tarihe baktığımızda Avrupalıların en önemli korkusunun ‘İslâm korkusu’ olduğu rahatlıkla görülür. Hristiyan kökenli Avrupa’nın başından beri en büyük sorunu, kendisinden sonra gelen ‘son din’ olması nedeniyle İslâmiyetle olmuştur. Çünkü tarih içinde hep kendisini ‘son din’ olarak görme ve gösterme çabası sergilemişlerdir.
Hristiyan Avrupa’nın İslâmiyete soğuk durmasının bir diğer nedeni ise, yakın zamana kadar Müslümanların kendilerine ezici oranda galip gelmiş olmalarıdır. Onlar kendi dinlerinin hak olduğuna inanırlarken, Allah çok kere özellikle Osmanlılar eliyle Müslümanları muzaffer kılmıştır. Bütün bunlar, Avrupa kıtasında İslâm ve Müslümanlara karşı güçlü bir savunmacı refleks oluşturmuştur.
Ne var ki, Avrupalılar savaşlar neticesinde teslim etmediği kıtasını, şimdilerde göçler ve ihtida edenler (Müslüman olanlar) yoluyla İslâmiyet’e teslim etmekten çekiniyor.
The Atlantic dergisinin Şubat sayısında, bu konuya dair bir incelemeye yer verilmiş. İncelemeye göre, bilim adamlarının kıta nüfusunun çoğunluğunu yirmi birinci yüzyılın sonunda Müslümanların oluşturacaklarına ilişkin yaptıkları tahmin Avrupalıların kanını donduruyor.
Kaldı ki, bu tahmin hiç de hayalî gerekçelere dayanmıyor. Avrupalıların doğum oranları düşerken, kıtadaki Müslümanların doğum oranı neredeyse onlarınkinin üç katı. Dahası, her yıl yaklaşık 900 bin Müslüman göçmen Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan Avrupa kıyılarına akın ediyor. Avrupalılar buna dur diyemiyorlar; çünkü nüfusları yaşlandığı için göçmen işçilere eninde sonunda ihtiyaçları var.
Avrupalılar için İslâmiyet artık kıta dışında bir yerlerde olan ve sadece uzaktan siyaseten ilgilenmeleri gereken bir mesele değil. Artık Müslümanlarla Filistin ya da Irak’ta değil, Londra ve Paris gibi büyük şehirlerde temas etmek mecburiyetindeler.
Tüm bunlar gösteriyor ki, yorulan Hristiyanlık ve yaşlanan Avrupa, istese de istemese de, bir gün İslâmiyetin hükmüne boyun eğecek. Bunun daha hızlı gerçekleşmesi için, onların korkunun ecele faydasının olmadığını; bizim de daha iyi Müslüman modeli sergilememiz gerektiğini anlamamız gerekiyor galiba.
— The Atlantic Monthly, Şubat 2005
***
“Engeller, gözlerini hedefinden ayırdığında seni korkutur.”
***
“SEN YİNE DE YAP!”
İnsanlar bazen akılsız, mantıksız ve bencildir. Sen yine de onları sev.
Eğer iyi şeyler yaparsan insanlar seni bencil olmakla, çıkar peşinde olmakla suçlayabilirler. Sen yine de iyi olanı yap.
Eğer başarılı olursan, kaypak dostlar ve sağlam düşmanlar kazanırsın. Sen yine de başarılı ol.
Bugün yaptığın iyi bir şey yarın unutulabilir. Sen yine de o iyiliği yap.
Dürüstlük ve samimilik, insanların seni incitmesine yol açabilir. Sen yine de dürüst ve samimi ol.
Büyük fikirlere sahip büyük bir insan, küçük fikirlere sahip küçük bir insan tarafından engellenebilir. Sen yine de büyük düşün.
Yıllarca yapmaya çalıştığın bir şey bir gecede alt üst edilebilir. Sen yine de yap.
İnsanlar gerçekten yardıma ihtiyaç duyarlar, ama yardım ettiğinde sana karşı nankörlük ederler. Sen yine de onlara yardım et.
Dünya için yapabileceğinin en iyisini yaptığında seni tekmeleyebilirler. Sen yine de yapabileceğinin en iyisini yap.
— İnsan sarrafı olduğu belli olan Afrikalı dinî lider Abel Muzorewa bu öğütlerini, herhalde, bakış ve fiillerimizi insanların tepkilerine göre değil, ‘hak olan’a göre yapmamız gerektiği şeklinde okuyabiliriz.
***
“Benim özgürce seyahat etmeme, özgürce ikâmet etmeme, özgürce çalışmama, özgürce öğretmenimi seçmeme, özgürce kendi inandığım dini yaşamama, özgürce düşünmeme, konuşmama ve davranmama izin verin. Kısacası, benim özgür bir insan olmama izin verin.”
— Şef Joseph, Kabile reisi
Kabile reisinin ifadesindeki bu berraklık ve masumluk, özgürlük ihtiyacı içinde olan ve bunu talep eden kişilere ders verici nitelikte: Sakin ol ve hakkını basit ifadelerle talep et.