TR EN

Dil Seçin

Ara

Önemsiz Bir Ayrılık / Hayalin İçinden Öyküler

Odamdaki çalışma masamın dayandığı duvarı süsleyen onca fotoğrafın içinde, gözüm o küçük kızın olduğu resme takıldı. Muhteşem bir manzaranın da olduğu bu resimde, yazlık dairemizin balkonundayım. Altı yaşındayım. Birkaç ay sonra ilkokula başlayacağım. Verdiğim poz ise liseli bir kıza ait. Asıl şimdi lisedeyim; fakat değil böyle bir poz vermeyi, zorunda kalmadıkça fotoğraf çektirmeyi bile gereksiz buluyorum. O zaman o kadar dışa dönük, şimdi bu kadar içe dönük olmam da ilginç gerçekten.

Çocukluğumun okul öncesi dönemini çok hatırlamasam da, o zamanlardaki şirinliğimin ve çok bilmişliğimin aile sohbetlerinde uzun uzun yer almasından olsa gerek, hafızamda yer etmiş anılar da az değil. Çok konuşkan bir çocukmuşum ben. O kadar olmasa da şimdi de fena sayılmam. Okul öncesi yaşlarımda söylediğim yarım yamalak da olsa ilginç sözleri, sıra dışı soru ve cevapları, sırf bunun için ayırdığı bir deftere not etmiş babam—bu önemli diyalogları kayıt altına almak, tarihe not düşmek istedim diyor konu açılınca.

Bizimkilerin çocuk sevgisi üçüncü kız olmama rağmen bende de eksilmeden devam etmiş. Doğumumun ilk aylarında kontrol için odasının önünde doktorumu beklerken, annem ve babamın benim üzerime titrediğini, sevgi gösterilerinde bulunduğunu gören biri, “İlk çocuğunuz galiba?” diye takılmış. Onlar da “Hayır üçüncü çocuğumuz” demişler. O kişi de “İlk kızınız o zaman?” diye sormuş. Onlar “Hayır üçüncü kızımız” deyince o kişi şaşkınlık içerisinde bizimkileri hem takdir hem tebrik etmiş.

Resme biraz daha dikkatle baktım. Bir an kendimi o etrafı camla çevrili balkonda altı yaşımdaki halimle yan yana otururken buldum. Karşı sahile bakıyorum. Sağımda İzmit Körfezine, solumda Adalara kadar uzanan çok geniş, muhteşem bir deniz ve dağ manzarası var. Dairemiz şehre tepeden bakan bir sitede ve bulunduğumuz apartmanın 5. katında. O kadar yüksekteyim ki; kuşlar önümüzden geçiyorlar ve bize selam vermek için, birkaç saniyeliğine de olsa kanat çırpmayı bırakıyorlar. Bilmediğim fakat kulağıma bildiklerimden daha hoş gelen şarkılar söylüyorlar. Sabah güneşi bir tepenin ardından yükseliyor ve ışıkları dokunduğu her şeye can katıyor. Akşamları bir renk gösterisi eşliğinde denize batışını da seyretmiştim birçok kez. Ve uğruna battığı hilalin ve yıldızların seyrine de doyum olmazdı.

Evimizin önünde zeytin bahçeleri var. Sonrasında sahile kadar yerleşim yerleri geliyor. Çevresi ise bazen seyrek bazen sık ve çeşitli ağaçların olduğu ormanlık arazilerle çevrili. Yeşilin bütün tonları bu yerde buluşmuş, mavininkiler ise bu gökyüzünde. En iyi performansların sergilendiği büyük bir sahne gibi duran bu denize rengini veren de aynı gökyüzü.

Yelken sporları yapan bir grup çıkıyor sahneye. Hepsi beyaz renkte ve aynı büyüklükteler. Bulunduğumuz yerin sahile uzaklığı, onları önce denizin üstüne kurulmuş küçük beyaz çadırlara dönüştürüyor, daha sonra da beyaz kuğulara. Ve bir dans gösterisi başlıyor. Karşı sahilin ayrı bölgelerinden gelmekte olan yolcu vapurlarını fark ediyorum sonra. Hangisi önce varacak diye merak ediyorum. Sabiha Gökçen havaalanından kalkan uçakların gösterisi ise ayrı bir seyirlik.

Babamın bu şehre, bu sahile ve bu manzaraya olan hayranlığını artık daha iyi anlıyorum. Ben de şimdi bu manzaraya kendimi öyle kaptırıyorum ki, yanı başımdaki küçük kızın güzelliğini ve yüzüne yansıyan hüznü fark etmekte gecikiyorum. O beni görmüyor elbette. Görebilseydi ve dertleşebilseydik çok güzel olurdu. Ona gelecek on yılda nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda tavsiyeler verebilmeyi çok isterdim. Hak etmediği halde değer verdiklerimin ve hak ettikleri halde değer vermediklerimin listesini verirdim ona. Böylece daha az üzülür, daha çok mutlu olurdu.

Fakat bu küçük kızın şu andaki mutsuzluğunun sebebi neydi diye hafızamı yokladım. Yoksa Berrinle bir sorun mu yaşamıştı. Berrin karşı dairede oturan ailenin kızı, onun yani benim en sevdiğim arkadaşımdı. Onlar yaz-kış bu evde oturuyorlardı. Evet şimdi hatırladım. Annesi ve babası çok sık kavga ediyordu ve ayrılmaya karar vermişlerdi. Ablamlar konuşurken duymuştum, babasının alkol sorunu varmış. Berrin de annesi ile Çanakkale’deki anneannesinin yanına taşınacaktı ve bu yüzden çok üzülüyordu. Ben de Berrin’in durumuna çok üzülmüştüm. Babasını çok sevdiğini biliyordum. Annesini de çok seviyordu elbette fakat babası onlarla Çanakkale’ye gitmeyecek, buradaki işinde çalışmaya devam edecekti.

Bir şey daha hatırladım. Onun yüzündeki bu hüznün çok önemli bir sebebi daha vardı. O yaz, Berrinler’le ilgili konu gündemdeyken, annem ve babam da yüksek sesli bir tartışma yaşamışlardı. Ben de uzun bir zaman, ya onlar da ayrılırlarsa, ya ben de babamdan ayrılmak zorunda kalırsam diye kötü düşünceler içerisinde kalmıştım, ağlamıştım gizli gizli. Bu dönem sanıyorum bende küçük bir travmaya neden oldu. Bunu şimdilerde daha iyi anlıyorum. İnsan bir acıyı yaşadığında onu bütünüyle yaşadığını sanıyor fakat o acının parçaları ömrünün her köşesine yayılıyor. Çocukluğu insanın anavatanıdır sözü gerçekten de çok doğru bir söz.

Altı yaşımdaki halimi teselli etmek, Berrin’le şimdilik ayrılsalar bile arkadaşlıklarının devam edeceğini, annemle babamın ise ayrılmayacağını, buna şahit olduğumu ve onu her zaman çok seveceklerini söylemek istiyorum. Fakat bunu yapamadığım için, bugünlerin tesirinin—bu günkü kadar olmasa da—uzun yıllar devam edecek olmasına engel olamıyorum.

Manzaranın güzelliğini seyre dalıyorum tekrar. İnsanın dışındaki her şey bu kadar uyumlu, ahenkli ve güzelken, insanın sorun üretmek konusundaki ısrarını anlamakta zorlanıyorum.

Tam ben bunları düşünürken yerinden kalkıyor ve içeri giriyor, ben de arkasından gidiyorum. Bizimkiler bir telaş içerisindeler. Bavullar hazırlanmış bile. Babamı salondaki camlara ilan gibi bir şey yapıştırırken görüyorum. Ablamlar da ona yardım ediyor. Sahibinden satılık ev ilanı bunlar. Bir kardeşim daha olacağını öğrenince bu yazlık daireyi satmaya karar vermişti bizimkiler. Memleketteki, bize artık küçük gelen dairemizi de satarak daha büyük bir ev almaktı niyetleri. Haklıydılar. Çünkü en küçük kardeşimiz Ömer de gelince altı kişilik dev bir çekirdek aile olacaktık.

O sırada mutfaktan annemin sesi duyuldu:

— Haydi gelin, kahvaltı hazır. Patatesler soğumasın. 

Annemin sesindeki bu sevgi tonu, en güzel manzaradan daha önemliydi küçük kız için. Onun derdi bu ev değildi. O hem Berrin’le ayrılacak olmalarına, hem Berrin’in babası ile ayrılacak olmasına, hem de aynı şeyin kendi başına gelme ihtimaline üzülüyordu. Kahvaltıda ayrılık zamanının geldiğinden ve bu evden ayrılmanın zor olacağından bahis açılınca, babamın, yine tarihe not düşmeye değer görüp kaydettiği, konunun herkes için kapanmasını sağlayan kısa ve öz bir konuşma yaptı küçük kız. Benim şu an bile takınamadığım o yetişkin bir insan edasını takınarak ve babamın gözlerinin içine bakarak şöyle söyledi: 

— Bu evden ayrıldığımız için üzülmemize gerek yok bence. Yeter ki, hiçbirimiz ayrılmayalım birbirimizden.