Kaç yaşındaydım, bilmiyorum. Ya altı, ya yedi, ya dokuz. Yaz mevsimiydi. Evimizin az ötesindeki Kestaneli Cami’ye Cuma namazına gitmiştim. O hadisi ilk kez o gün duydum. İmanın yetmiş küsur şube olduğunu buyuran Peygamber Efendimiz (asm), ‘yolda bulunan rahatsız edici bir şeyi kenara koymayı’ da imanın şubeleri arasında sayıyordu.1 Aynı hutbede dinlediğim bir başka hadisinde ise, “Yoldan rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman sadakadır.”2 buyuruyordu.
Caminin yaşlı imamının bu hadislerin hikmetini açıklama bâbında, yoldan geçen bir âmânın veya bir ihtiyarın o taşı göremeyip düşmesi ihtimalinden söz ettiğini hatırlıyorum.
Rahatsız edici bir şeyi yoldan kaldırıp atmak...
Bu konuda iki hadisin olduğunu duyduğum gün, hayatımın dönüm noktası olduğunu uzun yıllar sonra farkedeceğim bir gün olmuştu benim için.
O günden sonra, yolda insanları rahatsız edici bir taş veya bir dal parçası bulmuşsam onu kaldırmak âdetim oldu. Yaşadığımız mahalle, bulunduğumuz şehrin henüz kâinattan kopuk olmayan kısmındaydı ve yolun iki tarafından yola doğru eğilmiş böğürtlenler ya da çalılar zaman zaman yoldan geçenlere eziyet verebiliyordu. O ayağa takılır, bu göze dokunur düşüncesiyle, onların yola sarkan dallarını gördükçe kenara doğru eğmeye başlamıştım. Yola portakal, mandalina veya muz kabuğu atmamak da, o günden sonra bir hayat şiarımdı. Binlerince atılmış kabukları görünce de, bana ne deyip geçemez hale gelmiştim. Ya biri basıp kayarsa? Ya yaşlı bir teyze veya âmâ bir genç görmeyip basar da eli ayağı kırılırsa? Durup ayakkabımın tersiyle onları insanların basmayacağı bir köşeye sürükler olmuştum artık. Ayrıca, eza verici bir şey olarak, yola tükürmemek de itiyadım olmuştu, tükürenlere üzülmek ve hatta kızmak da.
Yıllar böylece geçti.
Bu hadisler önce çocukluğum, sonra gençliğim boyunca, önce yollardaki halimi, sonra yollar dışındaki halimi dönüştürdü, değiştirdi ve geliştirdi.
Çocuk aklımla, hadisin rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atmayı ‘imanın bir şubesi’ sayıyor olduğuna dikkat edememiştim gerçi. Hadisten aklımda kalan, rahatsız edici bir şeyi kenara koymanın ‘iyi’ bir davranış olduğuydu. Peygamberimizin böyle yaptığı, böyle yapılmasını tavsiye de ettiğiydi. Çocuk aklımın, bu davranışla ‘imanın şubeleri’ arasındaki ilişkiyi kavrayıp açıklaması da herhalde beklenemezdi.
Sıkıntı verici bir şeyi yoldan kaldırıp atmanın neden ‘imanın şubesi’ olduğunu anlamak için ise, çocukluğumun yanısıra, ilk gençlik yıllarını da aşmam gerekti. Hayatım otuzlu yıllara doğru yol aldığında, o güne dek edindiğim birebir gözlemler, kitaplarda okuduklarım, özellikle de Asr-ı Saadet okumalarımdan hâsıl olan iman-küfür muvazeneleri bir araya toplandığında, iyi bir davranış olan ‘rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atma’nın imanla doğrudan ilgisini kurabilir hale gelmiştim.
Fakat, tersinden hareketle kurulan bir rabıtaydı bu.
Görmüştüm ki, kâfir olmak değilse bile küfürde kalmak, yani küfürde ısrar etmek, gerçekte kişinin kendinden geçememesi ile ilgiliydi. Bu kendinden geçememe hali, ya kendini kusurdan münezzeh bilip nefsini putlaştırması sonucu, yahut kendini kusurlu bildiği halde heva ve hevesini ilahlaştırması sonucu gerçekleşiyordu. Kimileri kendini putlaştırdığı için küfürde kalıyordu; kimileri hevasını, zevkini ve keyfini putlaştırdığı için. Birçok kişi, kendinden geçemediği için imana gelemiyordu. Öyle ki, iman yolunun mâkuliyetini bildikleri halde gelemeyenler vardı.
Elbette, el’an ehl-i küfür hanesinde yer alan herkes için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Bu, ‘kâfir olanlar’dan ziyade ‘kâfir kalanlar’ için geçerliydi. Yoksa, hakkı ararken başına dalâlet düşen, bâtılı hak zannıyla koynunda saklayan, ama gerçekte bâtıl olmakla birlikte kendisinin hak zannettiği o yol uğruna kendinden geçebilen insanlar da vardı. Onların, kendilerinden geçebildikleri için, günün birinde iman yoluna girmeleri kuvvetle muhtemeldi.
Asr-ı Saadet’ten iki Amr’ın, Ebu Cehil ile Ömer’in durumu bunun bir örneğiydi. İslâm’ın ilk yıllarında İslâm’a düşmanlıkta atbaşı giden bu isimden ilki ‘bildiği halde inanmadığı’nı ifade etmekten çekinmemiş; ikincisi ise ‘bildiği anda’ saf değiştirip iman edenler hanesine geçmişti. Neden? Çünkü, Ebu Cehil kendi nefsi adına küfürde iken, Ömer kendi nefsinden geçerek küfürde idi. Ömer, hak bildiği küfür yolunda kendinden geçebilmiş, o yüzden hakkı hakikaten gördüğünde, hak bildiği bâtıl davasından hemen vazgeçebilmişti.
Yine Asr-ı Saadet’ten, yaptıkları iyiliklerle meşhur iki insan tablosu da bu açıdan manidardı. İnsanlara yedirmesi, içirmesi, köleleri azad etmesi, darda kalanın yardımına yetişmesi Abdullah b. Cud’an’ı mü’min yapmamıştı. Oysa, aynı davranışları sergileyen Hakîm b. Hizam, Mekke’nin fethine ramak kala Müslüman olduğunda, geçmişte yaptığı iyiliklerin bir mükafatı olup olmayacağını sorduğunda, Hz. Peygamber’den şu cevabı alacaktı: “Sen zaten daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına Müslüman olmuşsun.”3 Ama aynı iyilikler Abdullah b. Cud’an’ı Müslüman yapmamıştı. Zira, bir diğer hadisin bildirdiğine göre, o, bütün bunları ‘desinler’ diye yapmıştı; yani, ‘kendinden geçerek’ değil, ‘kendisi için’; ‘nefsinden feragatla’ değil, nefsi için yapmış; istediği kendisine verilerek bu dünyada iyi bir insan olarak da tanınmıştı.4 Oysa Hakîm’in yaptığı iyilikler, hadisten anlaşıldığına göre, ‘desinler’ diye değildi. ‘İçinden geldiği’ içindi. ‘İnsaniyeten’ idi. Nitekim, ‘desinler’ denmek ne kelime, kendisini açık hedef haline getirecek bir iyilikten çekinmemişti. Mekke Peygamber’i dize getirme emeliyle Hâşimoğullarına üç buçuk yıl acımasız bir ambargo uygularken Ebu Cehil başta olmak üzere müşrik önderlerin hışmını üzerine çekme pahasına bu ambargoyu üç buçuk yıl boyu delen kişi, Hakîm b. Hizam’dı. Kendisi de henüz bir müşrik olduğu halde, üzeri yiyecek dolu develeri Şı’b-ı Ebu Talib’e yollayıp içlerinde halası Hz. Hatice’nin de yer aldığı Peygamber sülalesini görüp gözetmekten çekinmemişti.
Bu örneklerin eşliğinde tekrar düşününce, rahatsızlık verici bir şeyi yerden kaldırmayı yetmiş şubeli imanın ‘en alt’ ve ‘en birinci’ şubesi sayan hadis bana çok ama çok anlamlı gözüküyor.
Ve bu hadisin ışığında, şu an iman safında gözükmeseler dahi, hak bildikleri bâtıl bir yolda kendinden geçebilen insanlarda bir Ömer b. Hattab, sırf insaniyetinden dolayı kendinden feragat edip başkalarına yardım elini uzatan insanlarda ise bir Hakîm b. Hizam potansiyelinin saklı olduğu ümidini taşıyorum.
Diğer taraftan, “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.”5 hadisini de, tam da bu bağlamda çok anlamlı buluyorum...
Kaynaklar:
1. Buhârî, İman 3; Müslim, İman 57-38; Ebu Dâvud, Sünnet 15; Tirmizî, İman 6; Nesâî, İman 16; ibn Mâce, Mukaddime 9.
Şu rivayet de dikkat çekicidir: “Hiçbir hayır ameli olmayan bir adam yoldan geçenleri rahatsız eden bir ağaç dalını oradan kaldırıp attı. Allah da bu amelinden memnun kalarak onu cennetine koydu.” Ebu Dâvûd, Edeb 163; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 4:546.
2. Bkz. Buhârî, Cihâd 72, 128, Sulh 33; Müslim, Müsâfirîn 84, Zekât 56. Buhârî ve Müslim’in Ebu Hureyre’den (ra) rivayetle kaydettikleri üzere, hadis tam olarak şöyledir: “Güneşin doğduğu her yeni günde kişinin her bir mafsalı için bir sadaka vermesi gerekir. İki kişi arasında adaleti sağlaman bir sadakadır. Kişiye hayvanını yüklerken yardım etmen bir sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaza gitmek üzere attığın her adım sadakadır. Yoldan rahatsız edici birşeyi kaldırıp atman sadakadır.”
3. Bkz. Buhârî, Zekât 24, Büyü 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194-196.
4. Bkz. Müslim, İman 365: Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Dedim ki: ‘Ey Allah’ın Resûlü, İbn Cud’an Cahiliye devrinde sıla-i rahimde bulunur, fakirlere yedirirdi. O bundan fayda görecek mi?’ Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: ‘(Hayır, bu) iyiliklerin ona bir faydası olmayacaktır. Çünkü o bir gün bile ‘Yâ Rabbi! Kıyamet günü günahlarımı bağışla!’ dememiştir.’” Hadisin Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 6, s. 120’de yer alan metninde, şu devam cümlesi vardır: “O, yaptığı bu iyilikleri övülmek için yapmış ve övülmüştür de!”
5. Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:167 (Sikât).