TR EN

Dil Seçin

Ara

‘Hayat’ı Aramak / Bilim ve İnanç Konulu Bir Panelden Notlar

Cambridge Dinlerarası Diyalog Grubu1 1980 yılında değişik din ve inanışlara sahip insanlar tarafından kurulmuş. Her dönem değişik programlar düzenleyerek ilan ediyor ve her isteyen program ve konuşmalara katılabiliyor. Düzenlenen programlarda cami, kilise gibi dinî mekanlara gezi, değişik konularda panel veya seminerler yer alıyor. Bu grup 28 Ocak 2003 tarihinde “BİLİM VE İNANÇ” konulu bir panel düzenledi. Farklı inançlara sahip olan üç kişi kendi çalışmaları ile inanışları arasındaki ilişkiyi bu panelde anlatma fırsatı buldular. Panele konuşmacı olarak David Girling (Hristiyan-Tıb konusunda çalışmış ve yakında emekli olmuş bir araştırmacı), Stephen Lawrence (Uzak Doğu maneviyatçısı-matematikçi) ve Müslüman olarak da, aşağıda bir kısmını okuyacağınız konuşmasıyla yazarımız YILDIZ BOZKURT katıldı.


 

Konuşmama başlarken şunu belirtmeliyim ki İslâm medeniyeti tarihi boyunca olmadığı gibi, ben de hiçbir zaman inancım ile, yaptığım bilimsel çalışmalar arasında bir çatışma veya uyumsuzluk hissetmedim. Tam tersine İslâm medeniyeti, muhteşem ilmî başarılarıyla benim bilim sahasına yönelmemde teşvik unsuru oldu. Tarihçiler Orta Çağ’ı Avrupa için karanlık bir çağ olarak nitelerlerken, aynı zaman dilimini İslâm medeniyetinin altın çağı olarak adlandırıyorlar. O zamanlarda âlimler ve öğrenciler şehirden şehire, ülkeden ülkeye ilim merkezlerini birinden diğerine dolaşıyorlardı. El-Harizmi, Cezerî, İbn-i Sina gibi dünyaca ünlü pek çok İslâm âlimi etraflarına bilgi ışığı saçıyorlardı. (Ancak doğudan gelen Moğol saldırıları ve batıdan gelen tahripkâr Haçlı seferleri, zamanla İslâm medeniyetinin zayıflayarak bilimde öncülüğü kaybetmesinde başrolü oynadı.) İslâm âlimlerinin günümüz medeniyetini netice veren bu başarılarının altında İslâmiyet’in bilgiye ve âlimlere verdiği önem yatmaktadır. Daha ortada okunacak bir kitap yok iken, okuma yazma bilmeyen bir Peygamber’e ilk emir olarak ‘Oku’ emrinin gönderilmesi oldukça dikkate değer bir durumdur. Okumamız için önümüzde başlıca iki kitap vardır biri Kur’ân-ı Kerim, diğeri ise kâinat kitabıdır. Önemli bir nokta da İslâmiyet kainat kitabını okuma vazifesini sadece bilim adamlarına değil, kadın erkek her Müslümana vazife olarak vermiştir. İslâm her Müslümanın etrafını saran güzelliklerin, mükemmel nizamın, âyet ve işaretlerin farkına varmasını istiyor. Kâinat Rabbimizden bize gelen bir kitaptır, bir mektuptur. Her ağaç bir sayfa, her yaprak bir kelime, her hücre içinde daha nice mektupçukların yazılı olduğu atomlar kalemiyle yazılmış harflerdir. Çoğu zaman günlük meşgaleler ve koşuşturmalarımız yüzünden etrafımızı saran bu mektubu okumayı unutuyoruz. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim bize tekrar tekrar bu görevimizi hatırlatıyor:

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır.” (3:190)

Üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! Onda hiçbir çatlak da yok. Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. Allah’a yönelen her kula göl gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).” (50:6-8)

Peki neden Kur’ân, kâinata bakmamızı ve incelememizi ısrarla tavsiye ediyor? Çünkü eser, ustasından haber verir. İnsan bilmediği birini nasıl sevebilir ki? Allah’ı sevmenin yolu Allah’ı bilmekten geçer. Doğada gördüğümüz her şeyde yaratıcısını anlatan ipuçları, işaretler, mühürler vardır. Hem kâinatta gördüğümüz varlıklar sadece bize bir Yaratıcı’dan haber vermekle kalmıyor, aynı zamanda bize O’nun isim ve sıfatlarını da gösteriyor, öğretiyor. Ne zaman annesinin yanında yavru bir kutup ayısı görsem Rahim ismi, ağaç ve nehirlerle süslü bir manzara seyretsem Musavvir ismi, başımı kaldırıp gökyüzündeki muhteşem yıldızları seyredip galaksileri düşünsem Kebir, Azim isimlerini hissediyorum.

Kısaca özetleyecek olursam arkamda yüzyıllarca dünyaya öğretmenlik yapmış binlerce Müslüman âlimi, önümde ise sevgili Peygamberimi ve Kurân-ı Kerim’i bana bilim çalışmakta teşvik edici ve destekleyici olarak hissediyorum. Dinimi ve dünyamı öğrenmemde de, Said Nursî’nin Risaleleri bana yol gösteriyor:

Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.”2


 

HAYAT’I ARAMAK

Biraz da bilim olarak biyokimyayı seçme amacımdan bahsedeyim sizlere. Biyokimya kitabımın hemen girişinde Albert-Szent Györgi’den şöyle bir alıntı var:

Benim bilimsel kariyerim, hayatı anlama isteğimin neticesi büyük boyuttan küçük boyuta inmekle geçti. Hayvanlardan hücrelere, hücrelerden bakterilere, bakterilerden moleküllere, moleküllerden elektronlara gittim. Hikâyenin kendi ironisi vardı, moleküller ve elektronlar tamamen hayattan yoksunlar. Yolumda ilerlerken hayat, parmaklarımın arasından akıp gidiverdi.”3

Benim biyokimyayı seçmemdeki amaç da Albert Szent-Györgi’den fazla farklı değil. Kimya mühendisliği bölümünde öğrenci iken seçmeli ders olarak biyokimya, moleküler biyoloji ve biyoteknoloji dersleri aldım. Daha sonra hayatı ve hayat sahiplerini daha iyi anlayabilmek için biyokimya konusunda yüksek lisansımı tamamladım. Şu güzel kırmızı domates neden yapılmış, mercan balıkları nasıl yaratılmış? Şu soluduğum havanın içinde bulunan renksiz, kokusuz ve tatsız karbondioksit ile yediğim tatlı üzüm arasındaki ilişki nedir? Şu dünyada gördüğüm varlıkların ardında ne sır var, hayat”ın sırrı nedir?

Üniversitede okuduğum her ders moleküllerin farklı ve muhteşem dünyasını aralıyor; glikoz metabolizmasını, DNA’nın replikasyonunu ve protein sentezini öğrenmek beni heyecanlandırıyordu. O mini mini hücreciklerde meydana gelen olayların kompleksliği bu konuda çalışan herkes gibi beni de büyülüyor, hayretten hayrete düşürüyordu.

Albert Szent-Györgi gibi ben de anladım ki hayat bir bilmeceden ibaret. Hayat bilmece çünkü bilim adamları henüz onun ne olduğu sırrını maddî sebeplere dayanarak açıklayamıyorlar. Ama bu öyle bir bilmece ki aynı zamanda şeffaf. DNA’nın çift sarmal yapısını keşfederek Nobel ödülü kazanan ünlü bilim adamı Francis Crick’in tarif ettiği şekilde soğan kabuğunu soyar gibi tek tek kabukları aralayıp sonuna kadar inceleyebiliyoruz. Bu incelemeden sonra ise Francis Crick; her seviyede özellikle de moleküler seviyede karşılaşılan düzen ve kompleks yapı karşısında şok olmamak ve etkilenmemek mümkün değil” diyor.4

Gelin hep birlikte hayatı, hayat tabakalarını tek tek aralayarak inceleyelim, bakalım en ortada bizi neler bekliyor. İsterseniz organizma olarak insanı, organ olarak da deriyi seçelim. Biraz detaya indiğimizde deriyi meydana getiren epidermis dokusunu buluyoruz. Baktığımız boyutu, milimetreden (metrenin binde biri), mikrometreye (metrenin milyonda biri) indirdiğimizde epidermis dokusunun binlerce küçük hücrecikten meydana geldiğini görüyoruz. Bu hücreciklerin her biri bizim gibi beslenir büyür, çoğalır, yaşlanır ve ölürler. Yani her bir hücrenin kendine ait bir hayatı var. Bazen düşünmeden edemiyorum, eğer fen derslerinde öğretilmeseydi vücudumun binlerce küçük hücreden yaratıldığından habersiz yaşayacaktım. Vücudum yaşayan ve ölen binlerce küçük canlıdan yaratılmış iken, ben kendimi nasıl onlardan farklıymış gibi, bir bütün olarak Yıldız Bozkurt’ olarak hissediyorum? Aslında bu da düşünülmesi gereken bir muamma değil mi?.. Her neyse biz yine hayat yolculuğumuza geri dönelim. Hücrelerde her biri değişik vazifelerle görevli organeller vardır. Bu organellerden biri olarak hücrenin enerji üreten santrallerini mitokondrileri ele alalım. Mitokondrilerde iç ve dış zar/membran vardır. Bu zar yapılarını incelediğimizde ise bunların lipid dediğimiz yağ molekülleri ile proteinlerden meydana geldiğini görüyoruz. Peki bu lipidler veya proteinler neden yapılmış? Proteinler ve lipidler başlıca karbon, oksijen, azot ve hidrojen içeren dev moleküllerden ibarettir. Yani mitokondri organeli tamamen cansız atomların oluşturduğu moleküllerin bir araya gelmesinden yapılmıştır.

Son yüzyılda insanoğlu öğrendi ki, etrafında canlı olarak gördüğü her şey (kendisi de dahil) aslında tamamen cansız atomlardan yaratılmış. Hayattar bir varlığı, kendimizi, büyük boyuttan küçüğe incelerken işte son durağımıza geldik. Ve ne gariptir ki bu son durakta cansız atomlardan başka birşey bulamadık! Aynı Albert Szent-Györgi, Francis Crick veya diğer ‘hayat’ı arayan bilim adamları gibi, ararken o bizim ellerimizin arasından uçup gidiverdi. Evet bu gerçek de gösteriyor ki; hayat perdesiz ve vasıtasız, doğrudan doğruya bir Kudret elinin eseri olarak, diğer varlıklar gibi görünür sebeplerle perde edilmeden, Hay isminin sahibi tarafından yaratılmış müstesna bir mahluktur.

Sonuç olarak belirtmek isterim ki, biyokimyadan ve kimyadan öğrendiğim her şey beni Yaratanıma daha ziyade bağlıyor. Çalıştığım bilim dalı hakkında bilgim arttıkça Rabbim’i daha iyi tanıyorum ve O’na olan sevgim de çoğalıyor. Çalıştığım bilim dalı ile inandığım dinim arasında herhangi bir ikilem ya da çatışma yaşamak yerine, bilakis hissediyorum ki, benim inancım, bilimsel çalışmalarım ile kuvvet buluyor ve gelişiyor.


 

Dipnotlar:

1. http://www.cam.net.uk/home/interfaith

2. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, 30. Lem’a, 5. nükte.

3. D.Voet, J. Voet, Biochemistry, John Wiley & Sons, 1995.

4. Francis Crick, Life Itself-Its origin and nature, Macdonald & Co (Publishers) Ltd., London&Sydney, 1982, s.49-50.