Nihat Dağlı, Murat Başaran ile kitapları üzerine konuştu.
Kişisel tarihinizde gazetecilik ve televizyonculuk var. Ama okuyucu sizi daha çok denemelerinizle tanıdı/tanıyor. Sizi, medyanın gürültülü ve yüzeysel ortamından edebiyatın tekil ama derinlikli iklimine süren şey neydi?
“Medya’nın gürültülü ve yüzeysel” ortamı diyorsunuz ve aslında medya için az şey söylüyorsunuz. Bir mensubu olarak, teoride gerçekten değerli bir iş olan çalışma alanım, maalesef her türlü suistimal çerçevesinde aşağılanmayı hakedecek hale gelmiş. Ancak bu alan, iş takipçisi, menfaatçi, sığ, asalak, kendine ve insanına yabancı bir kalabalık yüzünden de terkedilmemeli diye düşünüyorum. Yoksa medya için, gürültülü yerine yüksek tempolu, yüzeysel yerine insanı baz alan derin ve sofistike tanımlamalarını kullanırdık. Diğer taraftan medya bir çok şeye daha geniş açıdan, daha farklı ve daha erken şahit olma alanı... Dolayısıyla yaptığım işin, kalemime malzeme ve güç kattığına inanıyorum.
“Sevmek Ölmekle Başlar” başlığı altında yayımlanmış denemeleriniz kaç bin okuyucuyla buluştu, bilmiyorum. Bu kitap, en çok okunan kitaplardan biri... Binlerce insanın kalbine dokunmuş sayılırsınız. Yazının doğasında böyle bir şey var; yangınınızı başkasına da taşır. Bu sizi nasıl etkiliyor? Niye yazı? Yazısız edemediniz mi?
Öncelikle kader... Sonra “Sevmek Ölmekle Başlar’ın gördüğü ilgi... Beni hâlâ yazdıklarını yayınlıyor kılan iki önemli sebep. Onun ötesinde yayınlansın veya yayınlanmasın yazmak hoşuma gidiyor. Evet, hoşuma gidiyor. Bu duyguya ekstra ve ağır anlamlar yükleyerek yüceltmeyeceğim. Hoşuma gidiyor. Yayınlanması “paylaşmak” adına ayrı duygular yaşatıyor. Nedir onlar? Huzur ve korku... Ben limon da satsam, yaptığım ticaretten müşterimin zarar görme ihtimalinin korkusunu yaşardım. Bana teveccüh edip de, zaman ayırıp yazdıklarımı okuyan insanların vaktini boş yere alma ihtimali bile tedirgin edici. Yazdıklarıma güvenmiyor muyum peki? Hayır o da değil... Güzel yazmanın ötesinde, her halükarda doğru anlaşılıp, doğru yorumlanacak ve doğru duygular uyandıracak şeyler yazmalıyım. Çünkü insanım ve hata yapabilirim. Hatayı paylaşmak büyük sorumluluk ve vebal. Korkum budur. Onun dışındaki her şey ise huzur...
Hayat, ‘an’ dalgalarıyla kıyınızı döverken, ‘küçük metin’ diyebileceğimiz taşlar atıyorsunuz bu denize. Oysa üstadlar; kocaman laflar ediyor, ‘kurtarmak’tan bahsediyorlar. Küçük şeyler işe yarar mı ki, bununla yetiniyorsunuz?
Ben “kurtarıcı” değilim. “Üstad” hiç değilim. Dolayısıyla böyle bir sorumluluğun altına girmem. Sadece, kişisel kurtulma çırpınışlarını paylaşan sıradan bir insanım. İşe yarar mı? Umarım...
Bir önceki soruya paralel olarak şunu da sorayım: Metinleriniz çoğu zaman, İstanbul isimli bir güzele sarılan sarmaşıklar oluyor. Sizin İstanbul’unuz, bir medeniyeti gösteren işaret parmağı gibidir. ‘An’ların tutuşturduğu yalım olan metinleriniz, bu anlamda ‘büyük’ rüyalar da görüyor. ‘Büyük’ rüya gören ‘küçük’ metinler... ‘Büyük’ ile ‘küçük’ arasında bir uyuşmazlık, karşıtlık, birbiriyle edemezlik yok mu?
Meşhur türküdür ya; “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır”... Bazen derinden bir “of” dağ yıkıyorsa, bazen iki damla gözyaşı eşliğindeki “dua” dünyayı alt üst ediyorsa veya bazen bakmasını bilen bir göz hayatınızı esir ediyorsa, büyük-küçük kavramları tarife gelmez... Öyle bir cümle kurarsınız ki, buna küçük metin diyemezsiniz. Veya devasa ansiklopediler, dünyanın ve hayatın sırlarına dair küçük ipuçlarıdır, dolayısıyla küçük metinlerdir...
Denemelerden sonra bir romana, Aşk Belki’ye imza attınız. Niçin roman? Deneme neyinize yetmedi?
Bazen sözü uzatmak gerekiyor. Bazı şeyleri söylemiyormuş gibi söylemek gerekiyor. Sert bakış açılarını daha hasarsız sunmak için uzatarak yumuşatmak gerekiyor. Detaya girmek gerekiyor. Bunca yıl birikmiş bir takım yaşanmışlıkları, yorumları, tesbitleri doğrudan anlatıp rahatlamak istedim. Benim romana yönelişim, yeni bir tarzı denemek niyetiyle olmadı. Belki yer yer roman tanımına sığmayan yollara da saptım ve bunu fazla umursamadım. Umursadığım, beni tatmin edecek şekli ve kadarıyla paylaşabilmekti.
Cemil Meriç, Doğu’nun ‘her şeyi bulmuşluk’tan doğan bir sükûnet ve uyuma sahip olduğunu, bu yüzden, gerilimin ve çatışmanın çocuğu olan romanı doğuramayacağını. Doğulu’nun romanının olamayacağını söylemişti. Ne düşünürsünüz? Daha öze indirgersek... Mümin inanmıştır; cevapsız kalmış soruları olmadığı için, kalbi sükûnettedir; içi, karıncanın su içtiği bir deniz gibidir. Roman ise, sükûnetin değil, fırtınanın dilidir. Romanımız oluyorsa veya olacaksa, nereden çıkıyor veya çıkacaktır?
Meriç elbette doğru söylüyor. Haklı... Ama, doğunun tezi teoride böyle bir sonuç doğursa da, model bireylerin manevi olgunluğunu, toplumsal olgunluk olarak görüp, sonuç çıkarmak zor. Ve üstelik Batı ararken Doğu’ya koşuyor, Doğu bulmuşken Batı’ya kaçıyor... Roman fırtınanın dilidir. Evet... Şimdi söyleyin hangi fırtına daha çetindir. Arayışın fırtınası mı, doğruyu biliyor olmaya rağmen, doğruya teslimiyetteki tezatların veya isyanların fırtınası mı? Belki bu açıdan bakınca, zeminimiz roman açısından Batı’ya göre daha elverişli. Zor ama, başarılabilirse daha görkemli eserler için malzeme zenginliği ortada.
Camiamız, bir anlamda Aşk Belki’nin kahramanı Yavuz’un kişisel tarihiyle yaralı. Büyük rüyalar görmüş bir camianın binlerce Yavuz doğurması, beraberinde bir hayal kırıklığı geliştirmiş. Bu hayal kırıklığının derinlerinden başını çıkaran, boşluğa öylece bakmaktan, sonra bu boşluğa düşmekten kurtulmanın yolu, köylerimize dönüp domates yetiştirmekten mi geçiyor? Sadece bu mu?
Bir defa, Yavuz’un kişisel sonucu, örnek alınacak, tavsiye edilecek bir sonuç mudur? Zaten Yavuz’un her şeyi doğru yapmadığı ortada. Elbette hayal kırıklıkları, beraberinde kaçış refleksini de getiriyor. Ama bazen, kaçış değil de, durumu kabullenerek değerlendirme yapmak ve belki geleceğe bilenmek daha doğru. Hem benim tanıdığım Yavuz orada fazla kalamaz... Onun biraz huzura ve tedaviye ihtiyacı vardı; hepsi o... O karakter rahat duramaz.
Murat Başaran’ın, vazgeçemediği yazarlarını merak ediyorum. Dinlediği müzikleri, izlediği filmleri...
Kusura bakmazsanız bu soruya genel yaklaşmak istiyorum. Çünkü bir çok isim sayarken çoğu kez, kültürel birikim pazarlaması yapılıyor hissine kapılıyorum. Elbette okuyan bir insanım ve çok beğendiğim yazarlar var. Geçmişte kalan ve yaşayan. Ancak belki biraz da gazetecilik ruhunun verdiği bir özellik olsa gerek, belli tarzlara, belli konulara ve belli isimlere bağlılığım yok. Hatta bir adım ötesi maymun iştahlılık olarak da tanımlanabilir ama, her isimden, her tarzdan, yerinde ve zamanında alınacak lezzetler var. Ama sinema konusunda ayrıca bir şey söylemeliyim. Giderek teknolojinin senaryonun önüne geçmesi beni rahatsız ediyor. Son dönemin popüler filmlerinden çok canım sıkkın ayrıldım. Hikâyesi olmayan filmlerin istilası altındayız...