Müşrikler, Allah Resûlü’nü ellerinden kaçırmanın gerginliğini yaşıyorlardı. “Bu nasıl olabilir?” diye düşünüyorlardı. Hz. Muhammed’i (asm) dört bir yandan kuşattıkları halde, o kuşatmayı nasıl yarıp çıktığına bir türlü akıl erdiremiyorlardı.
Her yere adamlar gönderdiler. Mekkeli müşrikler tam kadro sıkı bir takip içine girdiler. Mekke ev ev, karış karış aranıyor; etraf didik didik ediliyordu.
Ama arananlara bir türlü rastlanamıyordu. Sanki yer yarılıp içine girmişlerdi. Sonunda aramakla onları bulamayacaklarını anladılar. Bütün Mekke halkına, şu duyuruyu yaptılar:
“Kim Muhammed ile Ebubekir’i görüp de bize ihbar ederse; ölüsünü veya dirisini bize getirirse, ona 100 deve ödül var.”
Bu, o tarihlerde konulabilecek olan en yüksek ve en çekici ödüldü. Nitekim, bu duyuruyu duyan ve o devrin özel dedektifleri olan iz sürücüler, derhal harekete geçtiler.
Bu adamlar, iz sürmekte son derece mahir kişilerdi.
Gördükleri izlerden, izini sürdükleri kişinin boyunu, kilosunu bile doğru şekilde haber verirlerdi. Adeta aranan kişinin robot resmini bile çizerlerdi.
Güneş, artık iyice yükselmişti.
Şehrin en iyi iz sürücüleri faaliyette idiler. Başlarında müşrik elebaşlarından Ümeyye bin Halef vardı.
Efendimiz ile Hz. Ebubekir’in izini bulmuşlar ve bu izi süre süre Sevr dağındaki mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi.
Müthiş bir takipti bu. İzler onları mağaranın ağzına kadar götürmüştü. Ama ne var ki, izler burada da son bulmuştu. Devamı yoktu. Görünüşe göre aradıkları kişiler mağaranın içinde olmalı idiler. Hz. Ebubekir, mağara içinde büyük bir telaşa kapıldı. Allah Resûlü’ne:
“Yâ Rasûlallah! Beni öldürseler, hiç gam yemem. Ama size bir zarar verecek olurlarsa, İslam davasının son bulmasına sebep olurlar. Bundan çok korkuyorum,” dedi.
Hz. Ebubekir samimiydi. Korkusu, kendi hayatı için değildi. Allah Resûlü’nün zarar görmesi halinde, bu durum, İslam davasının da son bulmasına yol açabilirdi. Bu ihtimal, onu son derece endişelendiriyordu.
Kendisi için endişe duyan Ebubekir’e büyük bir cesaretle ve Allah’ın rahmetine duyduğu güvenle, Efendimiz şu teselli sözcüğünü söyledi:
“Üzülme ya Eba Bekir! Allah bizimle beraber…”
Büyük bir özgüvenle söylenen bu sözün ne zaman ve ne şartlar altında söylendiği çok önemliydi.
Adamların ayakları, mağaraların içinden bakınca görülüyordu. Onları bulmaları için eğilip içeri bakmaları veya mağaranın içine girmeye kalkmaları yeterliydi.
Bu yüzden Ebubekir hâlâ telaş içindeydi.
Peygamberimizde ise, en ufak bir panik hali endişe yoktu.
Allah’ın varlığını ve rahmetini yanında hisseden bir insanı, hangi şey korkutabilirdi ki?
Allah Resûlü’nün bu özgüveni, şüphesiz ki onun Allah’a olan teslimiyetindeydi.
Hz. Ebubekir’in tüm telaş ve endişesini gidermek, yine ona düştü:
“Korkma ya Eba Bekir. İkinin üçüncüsü Allah’tır. Yardımcısı Allah olana, kim zarar verebilir?”
Korkulan an gelmişti. Her şey o ana kilitlenmişti. Dünyanın kaderini değiştirecek bir andı, o an… İz sürücülerden biri mağaraya girip aramak için harekete geçti. Mağaraya iyice yaklaştı. İçeri girip bakmasına sadece bir an kalmıştı.
Ama, birden mağaradan uzaklaştı. Neydi onu mağara içine girmekten vazgeçiren sebep? Neydi onu, düşmanına ulaşmaya birkaç adım kalmışken amansız takipten vazgeçiren?.. Sadece gözleriydi. Gözlerinin gördüğüne son derece itimat etmesiydi. Gördüğü dışında bir gerçeğin olabileceğine hiçbir ihtimal vermemesiydi.
Kendi gözlerine yenik düşmüştü iz sürücü:
“Hayır, hayır, bu mağaraya girmeye gerek yok. Baksanıza mağaranın ağzında iki yaban güvercini yuva yapmış. Bu yabanilerin insanın olduğu yerde işi ne? İçerde adam olsa, bunlar burada böyle rahat dururlar mıydı? Hem mağaranın ağzını bütünüyle örten şu örümcek ağını da mı görmüyorsunuz? Muhammed doğmadan örülmüş bu ağlar sanki. Buraya 1-2 saat önce bir insan girse, bu ağlardan geriye bir şey kalır mıydı? Yırtılıp gitmez miydi?”
Yalnızca gözlerine itimat edenlerin, gerçekleri sadece gözlerinin gördüğünde arayanların, hakikatin görülmeyen gaybî boyutundan gafil kalanların ileri sürecekleri bir akıl yürütmeydi bu söylenenler.
Ama bu sözler, aynı gafleti paylaşanları ikna etmeye yetmişti.
İz sürücüler ve müşriklerinin ileri gelenleri, mağarada kimse olmadığına kanaat getirdiler. Tüm izler onları mağaraya götürse bile, manevi gözlerine inen körlük, onların, mağaranın içindekinin getirdiği hakikati de görmelerine engel oldu.