Jan Baptista Van Helmont, bir filozof ve bilim adamıydı. Tabii 17. yüzyılda ne kadar bilim adamı olunabilirse o kadar bilim adamıydı. Fakat bütün gerçek bilim adamlarında olması gereken iki önemli özelliğe sahipti: Merak ve sabır!
Yaşadığı zamanda kendisi gibi meraklı pek çok bilim adamını meşgul eden birtakım tuhaf konulara kafayı takmıştı: bakırdan, demirden daha bilmem neden altın yapıp köşeyi dönmek, ölümsüzlük iksiri bulup dünyaya kazık çakmak, şekerden karınca elde etmek, bunlardan sadece birkaç tanesiydi.
Daha da vardı yani...
Helmont’a göre hayat; su ve havadan yaratılmıştı. Ve bunu ispat etmek için tam beş yıl sürecek bir deney yapmaya karar verdi.
100 kilo kadar toprağı itina ile tartıp bir saksıya doldurdu. Sonra yaklaşık 2.5 kilo ağırlığındaki bir söğüt dalını yine itina ile tartarak aynı saksıya ekti. Ve beş yıl boyunca saksıya yağmur suyundan başka hiçbir şey koymadı. Düşen yaprakları tek tek topladı ve onları da tartarak bir kenara not etti.
Beş yılın sonunda Helmont’un söğüt ağacı büyüdü, serpildi ve elbette ağırlaştı. Helmont onu tarttığında, artık 85 kilo geliyordu. Ama saksıya beş yıl önce koyduğu toprak, sadece 50 gram azalmıştı.
Peki söğüt ağacı bu kadar kiloyu nasıl almıştı?
“İşte!” dedi Helmont, “Teorimi ispatladım! Ağaç topraktan değil sudan beslendi! Çünkü toprak neredeyse olduğu gibi duruyor!”
…
Ne zaman Helmont’un bu deneyini hatırlasam aklıma hep Nasreddin Hoca’nın o meşhur ciğer fıkrası gelir. Hani Hoca eve üç okka ciğer alır. Hoca’nın hanımı komşularını eve çağırır. Hep birlikte ciğeri kebap yapıp yer, üstüne de sade kahve içerler.
Hoca eve geldiğinde, “Hanım hanım!” der. “Ciğer nerede?”
“Gözü kör olmayasıca kedi ciğeri yedi!” der Hoca’nın hanımı.
Hoca bu! Kül yutar mı? Tutar kediyi tartar. Hayvancık üç okka ancak gelir.
Bunu gören Hoca: “Bu kediyse ciğer nerede? Yok bu ciğerse kedi nerede?” diye sorar. Sonra hanımını ve öteki komşu kadınları da tek tek tartar. İşte o zaman işin aslı ortaya çıkar!
Tabii bu fıkranın konumuzla ne uzaktan ne de yakından bir alakası yok. Zaten ben size “var” demedim. “Aklıma geldi” dedim! Fakat acaba bu kadar kesin konuşmamalı mı? Kimbilir belki de vardır bir alakası? Dünya burası, acayip bir yer...
Helmont, ağacının büyümesinde suyun ve havanın çok önemli bir rolü olduğunu keşfetmiş, dahası bunu yaptığı deneyle ispat da etmişti.
Buraya kadar sıkıntı yoktu elbette. Ama işin içinde Helmont’un henüz bilmediği, hayatı boyunca da bilemeyeceği başka işler vardı!
Oxygenium
1774 yılında Joseph Priestley adında bir mucit macit, hobi olarak başladığı bilim adamlığı işinde oldukça önemli bir gelişme kaydetti. O güne kadar aralarında su ve karbondioksiti karıştırarak elde ettiği SODA (gazozun atası sayılır) ve içine çekenleri deli gibi güldüren KAHKAHA GAZI (Diazot Monoksit) gibi tuhaf şeyler keşfetmişti.
Ancak o gün laboratuvarında türlü deneyler neticesinde elde ettiği gaz, daha öncekilere hiç benzemiyordu. Mumların çok daha parlak yanmasını sağlıyordu!
Bu esrarengiz gazdan bir miktar üretip cam bir fanusun içine doldurdu ve içeriye bir fare attı.
Farecik, cam fanusun içinde, bilim uğruna cavlağı çekmeyi beklerken öyle olmadı. Beklenenden çok daha uzun bir süre yaşadı. Hatta sonradan Walt Disney adında bir film şirketi ile anlaşıp artist oldu ve emperyalist bir sıçana dönüştü!!!
Priestley bu kadarı ile kalmadı ve bu değişik gazdan “Bakalım ne olacak?” diyerek içine bi fırt çekiverdi. Çekince üzerine bir hafiflik, bi ferahlama geldi. “İyiymiş be!” dedi. Bi fırt daha çekti!
Adam OKSİJEN’i keşfetmişti. Ama bundan henüz tam olarak haberi yoktu.
Aslında o sıralarda başka bilim adamları da oksijeni keşfetmişti. Fakat Priestley hızlı davrandı ve ona OXYGENIUM adını verdi.
Kısa bir süre sonra ise,—belki de ağaçlıklı ormanlıklı bir yerlerde gezerken, oksijeni içine çektiği o gün hissettiklerini hissettiği için—bitkilerin oksijen üretiyor olabileceklerini düşündü. Dahası bitkiler, özellikle de ağaçlar, hayvanlar tarafından kirletilen havayı oksijen üreterek temizliyor olabilirlerdi!
Şuncacık bilgi ile bu kadarını düşünmek bile büyük başarıydı aslında.
Kendisine “Helâl olsun!” diyor, yolumuza devam ediyoruz...
…
Kısa bir süre sonra bir başka bir bilim adamı, olayı bir adım daha ileriye taşıdı. Zaten bu işler hep böyledir; düşe kalka adım adım ilerlenir. Önemli olan vazgeçmemektir.
Jan Ingenhouz isimli bir başka bilim insanı, yeşil bitkilerin havayı temizlemesinin gündüz saatlerinde olduğuna dair ilginç bir açıklama yaptı. Bu son derece önemli bir açıklamaydı çünkü olayın içine hava ve suyun dışında IŞIK da dahil edilmiş oldu. Tabii, ışığın rolünü anlamak için daha çok erkendi. Fakat bir rolü olduğunun fark edilmesi az şey değildi...
Bir süre sonra ise Jean Senebier, 1782 gibi, bitkilerin “havayı temizlemek” yani OKSİJEN üretmek için KARBONDİOKSİT almaları gerektiğini ileri sürdü. Böylece insanoğlu, yeryüzünün en büyük mucizelerinden birini keşfetmeye doğru sağlam bir adım daha atmış oldu...
Ardından basamaklar biraz daha hızlı çıkıldı ve 1800’lü yılların ortalarına doğru bilim adamları, bitkilerin yeşil yaprakları aracılığı ile havadan karbondioksit alıp oksijen ürettiklerini ve bu işlem sırasında hem güneş ışığına, hem de suya ihtiyaçları olduğunu hemen hemen çözmüşlerdi.
Fakat yanlış anlamayın sakın! Çözdükleri “böyle olduğu” idi yoksa “nasıl olduğu” değildi!
İlk zamanlar bu olaya bitkilerin solunumu olarak bakıldı.
Yani insanlar ve hayvanlar nasıl havadan oksijen alıp dışarıya karbondioksit veriyorlarsa, bitkiler de karbondioksit alıp oksijen veriyorlardı!
Olay bundan ibaretti.
Ama aslında olay bundan ibaret değildi!
Özellikle ışığın tam olarak ne olduğu çözüldükçe işin rengi değişti...
1842’de Robert Maler adında bir bilim adamı ışığın enerjisi olduğunu ve bitkilerin güneş ışığındaki enerjiyi, yaşamaları için gerekli kimyasal enerjiye dönüştürdüklerini keşfetti! Bu olaya artık bir isim de bulunmuştu: FOTOSENTEZ!
Tam kırk sene sonra Thedor William Engelman, oksijen üretiminin KLOROPLAST adı verilen hücrelerde yapıldığını keşfetti.
…
1900’lü yıllarda FOTOSENTEZ mucizesinin ayrıntıları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Suyun oksijen üretiminde nasıl bir rolü olduğu anlaşıldı. Bazı bilim adamları, bu konuda yaptıkları çalışmalardan dolayı Nobel Ödülü aldı.
Fotosentezin, ağaçların ve öteki bitkilerin nefes alıp vermesinden çok daha başka bir şey olduğu nihayet anlaşıldı.
Ve evet! Olayın Nasreddin Hoca’nın yiyemediği ciğerle de bir alakası vardı. Hem de çok alakası!
Şu yer kabuğu üzerinde uçan, kaçan, gezinen ve karnını doyurmak zorunda olan herkesle ve her şeyle alakası vardı FOTOSENTEZİN!
İster ot yesin, ister et yesin, ister her ikisini, isterse birbirini yesin, herkesle ve her şeyle...
Seçilmiş Işık
Üç arkadaş ortalarına bir kâse dolusu karışık kuruyemiş alıp, hep birlikte muhabbet geyiğinin boynuzlarını cilalamaya başlar ve çok değil yarım saat sonra, içinde fındık, fıstık, badem ve kaju olan kuruyemiş kasesinde, sadece gariban kavruk leblebiler kalırsa, bunu tesadüfle açıklayamazsınız!
Çünkü bu, o üç kafadarın yemek için sadece bademleri, fıstıkları, fındıkları ve kajuları seçtiklerini, leblebilerin ise yüzüne bakmadıklarını gösterir.
Eğer üç arkadaşın başına çöktükleri kuruyemiş kasesinde sadece ama sadece leblebiler tükenirse, bunu da tesadüfle açıklayamazsınız!
Çünkü bu da bize, üçünün de Çorumlu olduğunu gösterir!
İşin şakası bir yana, aslında şu yıldızlar altında yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak hiçbir şeyi tesadüfle açıklayamazsınız!
Çünkü her ne oluyorsa, şöyle ya da böyle değil, öyle olması istendiği ve bazen sayılara, rakamlara, hesaplara sığmayacak kadar çok ihtimal içinden seçilip tercih edildiği için öyle oluyor.
Güneş’ten gelen 10.000.000.000.000.000.000.000.000 (10 septilyon) farklı dalga boyundaki ışıktan sadece bir tanesinin Dünya’nın atmosferinden geçebilmesini mesala... Dünya’nın atmosferinden geçen bu biricik ışığın, on septilyon farklı dalga boyundaki ışık arasında, henüz kozasından çıkmış tazecik kelebeklerin narin kanatlarını kurutabileceği, bal arılarının yollarını bulabileceği ve ağaçların incecik yapraklarının fotosentez yapabileceği en uygun değil, tek uygun ışık olmasını mesela...
Bu Yapraklar Neden Yeşil Yeşil Yeşil?
Her şey işte bu seçilmiş ışığın, ışık hızı ile 8 dakikalık yoldan, yüz kırk dokuz milyon altı yüz bin kilometre uzaklıktan gelip, bizim güzel mavi gezegenimizin üzerine kat kat tül perdeler gibi sarılı atmosferinden süzüle süzüle bir ağacın kâğıt kadar incecik yeşil yaprakları üzerinde parıldaması ile başlar...
Yaprak hücrelerinde güneş ışığını emecek şekilde yaratılmış KLOROPLAST adında miniminnacık organcıklar vardır. Bunları güneş enerjisi panelleri gibi düşünebilirsiniz. Ama o kadar küçüktürler ki, yaprağın 1 milimetrekaresinde yüz binlercesi bulunur.
Kloroplastların içinde ise, KLOROFİL adı verilen renk pigmentleri vardır.
Peki ama pigment de neyin nesidir?
Bütün renkler Güneş’ten gelen beyaz ışığın içinde bulunur. Bir yaprağın, bir kuş tüyünün, bir saç telinin, pastel boyaların.. gözlerimize böyle farklı farklı renklerde görünmeleri, sahip oldukları pigmentlerin türüne göre belirlenir.
Çünkü her pigment türü, bazı renkleri emerken, bazı renkleri de yansıtır, içine almaz. İşte yansıtılan bu renkler, o cismin rengini belirler.
Mesela yaprakların yeşil görünmesinin sebebi kloroplastların içindeki klorofil pigmentlerin kırmızı ve mavi renkleri emerken, yeşil rengi dışarıya yansıtıyor olmasıdır. Bu sebeple biz genç ve taze yaprakları yeşil olarak görürüz.
Peki ama neden?
Neden böyle yaratılmış klorofiller?
Madem bu yıldızlar altında hiçbir şey tesadüf değil, öyleyse bunun da esaslı bir sebebi, daha doğrusu hikmeti olmalı değil midir?
Elbette öyledir!
Klorofillerin tek görevi bitkilere yeşil renk vermek değildir. Asıl görevleri o muhteşem fotosentez hadisesi için gerekli enerjiyi toplamaktır. Fotosentez için bitkilere çok fazla enerji gerekir.
Güneş ışığı renkleri arasında, renk tayfının her iki ucunda bulunan mavi-mor ve kırmızı-sarı en çok enerji taşıyan renklerdir.
Klorofil pigmentleri bu çok enerjili renkleri doya doya çekip alırken, geriye tayfın ortasındaki az enerjili yeşil kalır.
Işığın yeşil hali, fotosentezin en az yapılabildiği, en verimsiz halidir!
Bu yüzden klorofiller kırmızı ve maviyi emerken, yeşili yansıtırlar ve biz yaprakları yeşil olarak görürüz.
Foto ile Sentez
Yaprağın üst derisindeki hücreler, yaprağın üstündeki kaygan ve mumlu dokuyu oluştururlar. Bu sayede yaprağın üzerinde toz kir ve su birikmez, güneş ışıkları çok daha iyi yansır.
Hemen bir alt katta ise, çubuk şeklinde ve yuvarlak hücrelerden oluşan bir katman vardır. Bu katmandaki hücrelerin içinde de kloroplastlar bulunur. Kloroplastların içi de az önce bahsettiğim o klorofillerle doludur.
Yaprağın üst yüzeyinde klorofiller güneş ışıklarını avlarken, alt yüzeyde bulunan gözeneklerden içeriye hava girer.
Üstte klorofiller ışığı yakalar, altta gözeneklerden hava girer, yaprağın sapından içeriye de, su gelir güldür güldür ve yaprakların üzerinde gördüğünüz o damarlar vasıtasıyla her yere dağıtılır.
Hava ve su, yapraktaki bütün hücrelere kadar ulaştırılır. Bu hücrelerin her biri tek başına bir fabrika gibidir.
Havayı ve suyu aldıktan sonra, klorofillerin topladığı güneş ışığı enerji olarak kullanılıp, su ve havadaki karbondioksit gazı karbonhidrata dönüştürülür. KARBONHİDRAT, bitki, hayvan ya da insan fark etmez bütün canlıların en ama en temel besin maddesidir. Biz ona ŞEKER de diyebiliriz!
İşte, Jan Baptista van Helmont’un söğüt ağacı beş yıl içinde o kiloları, kimselere çaktırmadan atıştırdığı bu şekerlerle almıştı!
Atık Madde: Oksijen!
İnsanlar bir şey üretilirken ortaya bir yığın da atık madde çıkarırlar bilirsiniz.
Mesela, fabrika bacalarından, soluduğumuz havayı zehirleyen gazlar bırakılır, uzun uzun borulardan, göllere, denizlere, akarsulara, balıkların canına okuyan zehirli atıklar koyverilir falan...
Yapraktaki şeker üretiminden sonra da, elbette bir atık madde ortaya çıkar. Ve yeryüzündeki milyarlarca yaprak, bu atık maddeyi, atmosfere koyverir. Ancak endişe etmeyin, bu atık madde, mis gibi taze oksijendir!
Bilim adamları hâlâ, adına FOTOSENTEZ dedikleri bu harika olayın tam olarak nasıl gerçekleştiğini çözebilmiş değiller.
O incecik kâğıt gibi yaprakların içinde, sayfalar dolusu formülle izah edilemeyen bir mucize gerçekleşiyor.
Hem de her gün, hem de yeryüzünün bütün yapraklarında çünkü...
Foto ışık; sentez ise birleştirme demektir. FOTOSENTEZ, kabaca ışık ile birleştirme gibi bir anlama gelir. Ama ben birleştirme yerine pişirme demeyi tercih ediyorum. Buharda pişirme, kısık ateşte pişirme gibi fotosentez de sanki biraz ışıkta pişirmeymiş gibi geliyor bana...
Fotosentez: Işık İle Köfte Pişirme!
Bilelim veya bilmeyelim, dünyadaki hayat, boyu 1 milimetrenin binde biri kadar olan, kloroplastların fotosentez yapmalarına bağlıdır. Yeryüzündeki her bir yaprağın içine kurulmuş bu olağanüstü fabrikalar, bir gün aniden durdurulacak olsaydı, çok kısa bir süre sonra, dünya yaşanılacak bir yer olmaktan çıkacaktı.
Ağaçların yaprakları güneş ışığı kullanarak hava ve sudan karbonhidrat yapan birer fabrika gibi çalışırlar. Böylece kendi besin ihtiyaçları da karşılanmış olur. Hayvanlar da bu bitkileri yiyerek beslenir. İnsanlar ise yeryüzü sofrasında, ağızlarının tadına uygun hayvan, bitki ne bulurlarsa yerler.
Eğer bitkiler fotosentez yapmayacak olsalar, büyüyemezler. Bitkiler büyümezlerse, hayvanlar da büyüyemez. Ve, bir sabah bakarsınız, sofranızda ne ekmek var, ne yumurta, ne köfte, ne süt, ne de bal!
Çünkü buğdaylar, büyümeden çürüyüp gider, tavuklar didikleyecek ne bir ot, ne de bir darı tanesi bulamaz ve çoğu açlıktan ölür, henüz ölmeyenlerin de yumurtlayacak hali kalmazdı..
İneklerin durumu ise gerçekten içler acısı olurdu! O koca midelerini dolduracak ot bulamadıkları için—çünkü fotosentez yapmayan bitkiler, ya kururdu ya da topraktan başını çıkardığı kadarıyla kalakalırdı— bu aç ineklerden bir damla süt çıkmazdı...
Bırakın sütü, kısa bir süre sonra açlıktan kırılır gider, yeryüzünün ovalarında ne bir inek, ne bir deve, ne bir koyun kalırdı...
Evet gerçekten de erken davranmışız! Nasreddin Hoca’nın yiyemediği o ciğerin konumuzla bir alakası varmış! Hem de çok yakın bir alakası...
Bitkiler çiçek açacak kadar yaşamayacakları için, arılar neşeyle uçuşup üzerlerine konacakları çiçek bahçelerini ancak rüyalarında görürlerdi. Bizim rüyalarımıza da, güneş vurdukça altın gibi parıldayan, bal petekleri girerdi...
Eğer bir sabah, bitkiler fotosentez yapmayı durdursalardı, bunların hepsi gerçek olurdu...
Oysa yeryüzündeki milyarlarca milyarlarca ağacın milyarlarca milyarlarca yaprağı, her sabah gün doğar doğmaz çalışmaya başlar.
Allah’ın o avuç içi kadar yapraklarda yarattığı sayısız fabrika, bütün gün çalışır durur.
Kloroplastlar güneşten ışık toplar, su ve karbondioksit, bu miniminnacık fırınlarda pişirilip, şeker gibi besin üretilir.
Üretilen besinler, yapraklardan dallara, dallardan dallara aktarılır durur.
Kimi, buğday olur, kimi mısır olur, kimi elma olur, kimi muz olur. Kimi de çayır çimen olur...
Sonra onları tavuklar yer yumurta olur, inekler yer süt olur, tavada köfte, ızgarada pirzola olur...
Arılar toplar bal olur.
İşte güneş ışığı enerjisi kullanılarak, hava ve sudan yaratılan nice nice tatlı yiyecekler, ilk önce milyonlarca yaprağın içinde pişirilir. Oradan sofralarımıza kadar gelir...
Işık yer, ışık içeriz...
Ve bizi, aklımıza hayalimize gelebilecek en son şeyle, Güneş’in ışıkları ile besleyen Rabbimize hamd ederiz...
Ağaçlar adedince...
Dallar, yapraklar adedince...
Her bir yaprağın, her bir milimetrekaresinde binlercesi bulunan kloroplastlar adedince, klorofillerce “Hamd olsun!” deriz...
Nefes alıp verdikçe sabahlar, fotosentez fabrikalarının bacalarından atmosfere karışan oksijen molekülleri kadar hamd olsun!
Ağaçlar kalem ve bütün denizler mürekkep olsa, yaza yaza bitiremeyeceğimiz nimetler adedince... İncir, zeytin ve nar için... Bir nefes hava, bir yudum su için ve en çok da Sana hamd edebildiğimiz için!
Hamd olsun Allah’ım, teşekkür ederiz…