TR EN

Dil Seçin

Ara

Toplum Vicdanı Olarak Bediüzzaman

Toplum Vicdanı Olarak Bediüzzaman

Modernizmin birinci dünya savaşından sonra Osmanlı’ya girmesi hızlandı. Bu hızlı girişte Osmanlı aydınları üç gruba ayrıldılar: muhafazakârlar, reformistler ve ıslahatçılar.

Muhafazakârlar gelenekçiydiler ve saltanattan vazgeçmek istemiyorlardı. Yenilikçilerden reformistler Türkiye’nin sadece teknolojik olarak değil kültür olarak da Batılı olmasını istiyorlardı. Islahatçılar kültürel kimliği koruyarak modernizmi almak istiyorlardı.

Sonuçta Cumhuriyet reformistlerin istediği gibi oldu. Batı’nın teknolojisi ile birlikte kültürel ve dini değerlerinin de genç Cumhuriyette kabul edilmesi iradesine karşı Bediüzzaman’ın duruşu ilginçti. Kendisini siyasetten uzak tuttu. Gençliğinden beri savunduğu medreselerin, mekteplerin birleştirilmesi, din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte öğretilmesi tezi için çalışmaya devam etti. Çevresinde toplanan insanlara el yazısı ile yazdırıp çoğaltarak 6000 sayfalık Risale-i Nur eserlerini ortaya çıkardı.

Toplumun bağımsızlık savaşında cansiparane yer aldığı, Cumhuriyetin üst yönetimine katılmadığı, ama içine kapanarak kendi kültürel kimliğini yaşatmaya çalıştığını görüyoruz. Toplumsal vicdan olan iç sesin, bütün yasaklara, sürgün ve cezaevi yaşantısına rağmen Bediüzzaman’ın etrafında toplandığını görüyoruz.

 

ŞEYHİ YOKTU!

Bediüzzaman’ın özgeçmişini incelediğimizde standart bir medrese eğitimi ve tekke terbiyesinden geçmediğini, arı gibi her kaynaktan bilgiler aldığını görüyoruz.

Lem’alar isimli eserinin 26. Lema bölümünde kendisine Abdülkadir-i Geylani’nin Fütuh-ul Gayb’ı ile üstad, tabip ve mürşid olduğunu, İmam-ı Rabbani’nin Mektubatı’yla şefkatli bir hoca olduğunu söyler. Aynı bölümde felsefe ilimlerini pek yanlış olarak gelişmenin ve aydınlanmanın kaynağı zannettiğini belirtir.

Talebelerine tasavvuf dersi vermedi. Kendisine bağlanmak isteyenlere “Beni ziyarete gelmek isteyenler Risale-i Nur eserlerini okusunlar, ziyaret etmiş gibi olurlar.” diyerek ‘şahıs merkezli’ değil ‘kitap merkezli’ bir hareket İslam tarihinde bir yenilik olarak ortaya çıkıyordu. Vefat ederken yerine vekil bırakmaması kitaplarına işaret etmesi de yine geleneksel yaklaşıma uymuyordu.

 

REFORMU DEĞİL TRANSFORM’U SAVUNUYORDU

“Beni ortaçağ bataklığına düşmüş medrese hocası zannediyorlar, dar düşünceler dar görüşler.” sözlerini Eşref Edip’e söylediğinde 80’li yaşlarındaydı. Gençlik yıllarındaki ‘dini kimliği koruyarak değişime ayak uydurma’ tezinden vazgeçmediğini görüyoruz. Ancak savunduğu model Japon modeli idi, yoksa kültürel emperyalizmin oyununa gelinecekti. Reform yani başkalaşmak kimliksizleşmekti. Mü’min kalarak modernleşmek de mümkündü.

Bediüzzaman bir sosyopsikolojik manifesto olan Hutbe-i Şamiye isimli eserinde daha 30’lu yaşlarında değişimden söz ediyordu. “Avrupalıların terakkide istikbale uçmasıyla bizi maddi cihette orta çağda durduran altı tane hastalık”tan söz ediyordu.

Bu manifestoya başlarken “Benim gönderilmemin ehemmiyetli hikmeti güzel ahlakı tamamlamaktır.” Hadisi Şerifini vurguluyordu. Hutbe-i Şamiye’de ana fikri ahlaken Peygamber gibi olalım; ilim ve fende ve maddi cihette de Avrupa’yı geçelim diyordu.

Bediüzzaman’ın bu tezi yenilikçilik ve muhafazakârlık sınırlarını çizen bir görüş olarak değerlendirilebilir. İlginçtir 30’lu yaşlarında Şam’da irad ettiği hutbesinde ve 80’li yaşlarında yazdığı eserlerinde hep değişimden söz ediyordu.

Tutucu kişiliklerin hayat stratejileri, kazanmak ve gelişmeye yönelmez. Yaşam enerjilerini, kaybı azaltmaya ve mevcudu korumaya ayırırlar. İleri yaşlarda bu durum daha da belirginleşir. Eski şeyleri atmak istemezler hep geçmişi konuşurlar. Riski sevmezler, sürprizlerden hoşlanmazlar. Bediüzzaman’a baktığımızda hayatının son yıllarında bile riski göze almış, 70’li yaşlarında Afyon cezaevinde ilkeleri için yatmış ama vazgeçmemiş. Geçmişten çok geleceği düşünmüş. Hayat stratejisini gelişmeye yöneltmiş, bilim ve teknolojiye karşı olumsuz bir tutumu olmadığı gibi teşvik edici yaklaşımlarda bulunmuş. Bir din âlimi için çizginin üzerinde bir değişimciliği Bediüzzaman’ın şahsında görüyoruz.

Bediüzzaman’ın subjektif paradigmaları incelendiğinde Ortodoks din âlimlerinden çok farklı bir portre ile karşılaşıyoruz. 20. yüzyılda sosyal yaralara Mısır kaynaklı veya Pakistan kaynaklı reçetelere baktığımızda hep kapitalizmden ve sosyalizmden etkilenmiş sistem önerileri şeklinde reçeteleri görüyoruz. Ancak Bediüzzaman farklı bir yöntem izliyor. Postmodernizmin kabul ettiği sosyal sorunları çözmek için bireyden başlamayı, toplumu değil insanı merkez alan çözümleri Bediüzzaman 1900’lü yıllarda önermişti.

Subjektif paradigmalarından tanımladığı bir diğer yeni kavram ise; peygamber ahlakını alarak, sadece akla hitabeden felsefe, sadece kalbe hitap eden tekke, ilim ve fenne sırtını dönmüş medrese, dine kayıtsız mektep karşısında çağdaş bir yöntem geliştirmeye çalışmasıdır. Özde peygamber ahlakı yöntemde akıl, kalp birlikteliğinin kullanıldığı eğitim bakışını kitaplarla yapması ve ev okullarında hayata geçirmesi İslam öğretisinde bir yenilikti.

Ümidi ayakta tutmak, doğruluğu yüceltmek, insanları sevmek, özgürlükçülük, çoğulculuk, istişare, diğergâmlık gibi insan odaklı çözümler önermesi, bireysel huzura ve toplumsal barışa katkı sağlayacak formülleri, Bediüzzaman’ın diğer sübjektif paradigması olduğunu söylemeliyiz.