Geçen hafta bir dostumuz Koca Mustafapaşa’daki evine davet etmişti. En üst katta olan dairesinin terasından Samatya sahillerindeki mehtabı seyrederken sohbet ve muhabbet edecektik.
Üst kata çıkarken ikinci kattaki dairenin mühürlendiği dikkatimi çekti. Sorduğumda arkadaşım, “Orada yaşlı bir teyze tek başına oturuyordu. Meğer ölmüş, arayan soranı da olmayınca ancak ceset kokunca farkına varılmış. Savcılık mühürledi.” diye cevap verdi.
Maalesef yakın zamana kadar yaşlılarına sahip çıkan ülkemizde de bu tür facialara şahit olmaya başladık. Avrupa’da problem daha büyük. Meselâ Danimarka’da yılda ortalama 8 bin yaşlı, hayata “yalnız ölümle” vefat ediyor. Geçen yıllarda sıcak geçen yazda Fransa’da 15 bin yaşlı, yalnız yaşayan insan ölmüştü. Bu ölümleri trajik hale getiren ise bazı yaşlıların öldüğünden günler, haftalar, hatta aylar sonra haberdar olunmasıydı.
Yaşlı nüfus arttıkça problem de büyümektedir. 2012 yılında 65 yaş üstü kişi sayısı 5.7 milyon ve bunların topluma oranı yüzde 7.5’tu. Türkiye nüfusunun 2023 yılında 84 milyonu geçeceği ve yaşlı nüfus oranının 7.5’u bulacağı hesaplanmaktadır. Bu da 8.6 milyon yaşlı demektir.
Yalnız yaşayan ve yalnızlık çeken yaşlıların sağlıkları da bozulmakta, psikolojik ve bedensel rahatsızlıklara daha sık yakalanmaktadırlar. Sevdikleri yanında değilse ve sağlığı da bozulmuşsa ihtiyarlık çileye dönüşür. İnsan yaşlanınca çocuk gibi olur; güçsüz, güvensiz, yardıma muhtaç ve nazlı. Halbuki önceleri yaşlılar evlatlarının, torunlarının, sevdiklerinin yanında son günlerini geçirir, çok iyi muamele görür, saygıda kusur edilmez ve onlar da huzur içinde son nefeslerini verirlerdi.
Batı dünyası yaşlılara çıkış yolu olarak huzur evlerini göstermektedir. Halbuki huzur evlerinin devreye girmesi, insanın devreden çıkması demektir. Üstelik yaşlılar huzur evinde mutsuz olmakta ve orada yaşamak istememektedir.
Fransız, 92 yaşındaki Jozette-Marie teyze de yalnız yaşamaktaydı. Kızı onu huzur evine yerleştirmek istedi. Komşuları olan 4 çocuklu Müslüman bir aile hep evlerine davet eder, onunla ilgilenirler ve iyilikte bulunurlarmış. Kendisine “Biz seni huzur evine gönderemeyiz, gel bizimle birlikte yaşa.” demişler. Marie teyze çok duygulanmış. Devamını kendi dilinden dinleyelim:
“İslâm’ı ve Müslümanları tanıma fırsatı buldum. Ancak bir gün Müslüman olacağımı hiç düşünmemiştim. Onlarla komşuluk yapardım. Müslümanlar yaşlı insanlara değer vermekteydi. Avrupa’da tam tersi, evlatlar yaşlı anne babalarından kurtulmak için onları huzur evlerine gönderiyorlar. Müslüman tanıdıklarım bana karşı her zaman saygılı ve şefkatli oldular. Hıristiyan olmama rağmen, bana yardımda bulundular ve karşılık istemediler. Komşularımın bu iyilikseverliği kelime-i şehadet getirmemde en önemli etken oldu. Müslüman aileler çocuklar, anne-baba ve nine-dede beraberce yaşıyorlar. Çocuklar yaşlılara saygı gösteriyor, onların ellerinden öpüyorlar.”
Jozette-Marie Müslüman olduktan sonra çok sıkıntılar çekmiş: “Beni en çok yaralayan kızım oldu. Benim akıl hastası olduğumu iddia ederek akıl hastanesine yatırmaya kalktı ve annelikten reddetti. Ancak bu doğru değil, çünkü 1930 sonrası yaşanan bütün olayları halâ hatırlıyorum ve teker teker sayabilirim. Ailemin geri kalan kısmı burjuva ve aristokrat kesime dayanır. Onlar da benimle olan bağlarını koparıp, beni bütün miras hakkımdan men ettiler. Kızıma da benim gibi hidayet nasip etmesi için Allah’a dua ediyorum.”
Marie teyze 2010 yılında Müslüman olduktan sonra Hac farizasını da yerine getirmiş. Son iki Ramazan’da oruç tuttuğunu da söylüyor ve ekliyor:
“İslâm’dan önceki hayatıma üzülüyorum, ama benim gerçek doğuşum aslında 2010 yılı. Yani İslâm’la kucaklaştığım tarih. Gerçek hayat İslâm’la başlar. Son isteğim bir daha Mekke’ye gidip umre yapabilmek için geri dönmek ve bu pak topraklarda ölmek ve gömülmektir.”
Evet, sevdiklerin yanında değilse, üstüne sağlığı da bozulmaya başladıysa ihtiyarlık çileye dönüşür. Çünkü insan yaşlanınca çocuk gibi olur; güçsüz, güvensiz, yardıma muhtaç ve nazlı.