TR EN

Dil Seçin

Ara

İbn-i Sinâ

İbn-i Sinâ

İslâm hükemâsının Eflatunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali ibn-i Sinâ demiş ki: İlm-i tıbbı iki satırda topluyorum, sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat daha yeme. Şifâ hazımdadır, yani kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.”

(Bediüzzaman, 17. Lem’a)

 

Tıbbı ve diyetisyenliği bu kadar kısa ve güzel özetleyen büyük İslâm âlimi İbn-i Sinâ, 980 yılında, bugün Özbekistan sınırları içinde bulunan Buhara yakınlarında Efşene veya Afşan denen kasabada doğdu. Babası Abdullah önemli bir devlet görevlisi idi. Bebeğin adını Hüseyin koydular. Tam künyesi Ebu Ali el-Hüseyin ibn-i Abdullah ibn-i Sinâdır.

Ailesi bir müddet sonra Buhara’ya göç etti. Küçük Hüseyin ilk öğrenimine burada başladı. Başta babasından ve çevrenin önemli bilginlerinden dersler aldı. Zekâ ve hafızası fevkalade idi. 10 yaşında hâfız oldu. Kur’an ve hadis dışındaki diğer ilimlere de ilgisi fazlaydı. Fıkıh, mantık, felsefe, matematik, astronomi ve bilhassa tıp hepsi onun ilgi alanı içindeydi. Gece gündüz eline geçen her kitabı, her risaleyi okuyordu. Az uyurdu, emsalsiz bir çalışma gücü ve öğrenme arzusu vardı.

16 yaşında iken o zamanın biriken tıp bilgilerinin hemen hepsini edinmişti. 17 yaşında Buhara emiri Nuh ibn-i Mansur’u ciddi bir hastalıktan kurtardı. Bunun üzerine Sâmân oğulları saray kütüphanesinden istifadesine izin verildi. Bu belki de ona verilecek en güzel mükafattı. 18-19 yaşlarında artık o dönemde değişik dallarda yazılmış bütün kitapların içeriklerini biliyordu, tam yetkili bir tabib idi ve emri altında doktorlar çalışıyordu.

Tıp dışındaki bilimlerle de ilgiliydi, cebir, geometri, astronomi, fizik, kimya ve elbette o dönem moda olan Aristo felsefesi özellikle onun ilgi duyduğu alanlardı. Abbasiler’le başlayan Yunan eserlerinin tercümeleri Orta Asya’ya kadar yayılmıştı. Felsefenin onun zihnini bir parça bulandırdığını söyleyebiliriz. Bir meseleye takılıp kaldığında veya kafası karıştığında abdest alıp, mescide gider, dua ve tefekkür ederdi. Özellikle Aristo’yu anlamaya çalışıyordu. Bir gün bir sahafta Farabi’nin bir risalesine rast geldi ve onu satın aldı. Onun sayesinde kafasındaki Aristo metafiziğine dair bir problem çözüldüğü için sevincinden o gün sadakalar dağıttı. İbn-i Sinâ’nın Aristo metafiziğini anlamasında Farabi’nin önemli katkıları olmuştur. Fakat o, felsefeye ne Farabi kadar ağırlık verdi, ne de reddetti. Mümkün olduğunca onu İslâm kelâmına yaklaştırmaya çalıştı ve ikisi arasında bir yol tuttu.

Kimya ile de ilgilendi fakat o zamanlar çok moda olan simyacılıkla fazla ilgilenmedi. O, her elementin kendi özellikleri bulunduğunu, dolayısıyla bakırı altına çevirmek için uğraşmanın boş bir hayal olduğunu söyledi. Fakat kolay zenginlik peşinde koşan insanlar, O’ndan sonra da daha yüzlerce yıl simyacılıkla uğraşmaya devam ettiler.

20 yaşında sultanın hem hekimi, hem de politik danışmanı idi. Bu arada seyahatler de ediyor ve risalelerini de yazıyordu. Fakat aynı yıl Emir’in ölümü üzerine Buhara’dan ayrılıp, Harzem’e gitmek zorunda kaldı. Orada kendisinden 7 yaş büyük olan başka bir deha ile tanıştı, bu zat el-Birûnî idi. Bir müddet bu iki zât beraber kaldılarsa da kısa bir zaman sonra kıskançlıklar ve dedikodular başladı ve ayrılmak zorunda kaldılar. İnsanlar arasında böyle kıskançlıklar olagelmiştir; Hz. Mevlâna ile Hz. Şems hakkındaki dedikodular, genç bir talebe iken Bediüzzaman Said’e hocalarının fazla iltifâtkâr davranmaları üzerine birkaç talebenin birleşip, kavga çıkarmalarını da benzer olaylar olarak hatırlıyoruz.

Daha sonra İbn-i Sinâ değişik şehirlerde dolaştı, Cürcan’da en önemli eseri olan ‘el-Kanun fit-Tıb’bı yazmaya başladı. Bu eseri daha sonra beş cilt olarak tamamladı.

İbn-i Sinâ’nın yaşadığı dönem siyasi bakımdan çalkantılı bir zamandı. İranlı Samanî’ler gittikçe zayıflıyor, onların yerine Türk Karahanlılar ve Gazneliler iktidara geliyordu. Son Samanoğlu İsmail el-Mansur 1005 yılında öldürüldü ve bölge yeni kurulan Gazneli devletinin hâkimiyetine girdi. İbn-i Sinâ’nın bundan sonraki hayatı Merv, Nişabur, Rey, İsfehan gibi değişik şehirlerde geçti. Bir müddet İsfehan’da kaldı, fakat daha sonra Hamedan valisinin isteğiyle oraya gitti ve ömrünün son 10-12 yılını orada geçirdi. Yıl 1037 idi ve henüz 57 yaşındaydı bu arada ciddi bir hastalığa yakalandı, sanki bunun geri dönüşünün olmayacağını anlamış gibi bütün mallarını ve birikimini fakirlere dağıttı. Kölesini ve hizmetçilerini azat etti, üç günde bir Kur’an-ı Kerîm’i hatmediyordu ve nihayet bir gün ruhunu Rabbine teslim etti.

İbn-i Sinâ’nın 150’si felsefe ve hikmet, 40 tanesi tıpla ilgili olmak üzere 400 kadar kitap ve risale yazdı. Bunlardan 240 kadarı günümüze kadar ulaştı. Kitapları içinde en önemlisi olan beş ciltlik el-Kanun fit-Tıp, 600 yıl kadar Avrupa ve Doğu’da ders kitabı olarak okutuldu. Birçok defa Lâtince’ye çevrildi, Avrupa onu Avicenna diye isimlendirir. Bu eserinde, basit bitkisel ilaçlardan, terkipli karışık ilâçlardan, anatomi ve koruyucu hekimlikten, patolojiden ve cerrahi metotlardan bahseder.

Diğer bir önemli eseri eş-Şifa, 18 ciltlik ansiklopedik bir eser olup, daha çok fen bilimlerinden, (kimya, fizik, biyoloji gibi), felsefe ve hikmetten bahseder.

Kitab-ün-nefs ise psikolojiyle ilgilidir. İbn-i Sinâ, bunların dışında tasavvuftan mûsikiye kadar her konuda risale ve makale yazmış bir üstattır. Bugün Paris Tıp Fakültesinin konferans salonuna giren öğrenciler, orada iki Müslüman’ın büyük boy portresiyle karşılaşır. Bunlar İbn-i Sinâ ve er-Râzi’dir. İran Anıtlar Kurulu da Hamedan’da onun kabri üzerine bir anıt yaptırmıştır.