TR EN

Dil Seçin

Ara

Son(?)Bahar

Son(?)Bahar

Sonbaharda rüzgârlar silkeliyor dalları kuvvetlice, yapraklar düşüyor toprağın eteklerine.

Isınan hava göğe yükselirmiş… Yakınlığınla ısıt içimi ki, yükselsin ruhum…

Su kaldırırmış üzerine geleni… Yürek çırpınma ve çalkantılarını dinginliğe dönüştür, kaldır beni verdiğin huzurla..
Yer kendine çektiği gibi cazibeyle herşeyi, beni daima sana çeken niyet ve nazarı yolundan saptırma. Beni kendine çek, görünmeyen manevi, nurani zincirinle...
Kalp evimi günsüz-güneşsiz bırakma ey Şems-i Ezeli...
Seni düşünmeden, hatırlamadan, anmadan geçen her an, acı yumağı oluyor içime...
Seni çok özleyen ruhumu Sana açılan penceresiz bırakma... amin…

 

Gökyüzünde cıvıldaşarak yakalamaca oynayan kırlangıçlar.. Can erik.. Yeni açmış çiçeklerin etrafa yaydığı ‘doğal parfümler’: Gül, papatya, iğde, hanımeli, ıhlamur, manolya... Süslü mü süslü, yeni serilmiş ‘çiçekli halılar’, sofralar vardı.. Doğurgan… Tomurcuklar dallarda ve yumurtaları tıklayan yavru kuşlar... Ve güneşin hüzmeleri camlarda… Her taraf oyun parkıydı sanki, her taraf çocuk bahçesiydi baharda... Silkeledikçe ağaçları, bazen daha değmeden, eteklerimize düşerdi meyveler.

Oysa şimdi sonbaharda rüzgârlar silkeliyor dalları kuvvetlice, yapraklar düşüyor toprağın eteklerine. Batan güneş, pişirmekten vazgeçmiş gibi meyveleri, sarı ve kızıllığını yapraklara iz bırakıp gidiyor salınarak. Sofra örtüsü, yaprak kırıntılarını da katarak toplanıyor gibi… Bir zamanlar zengin ve savurgan olup kapıdaki dilenci mi oldu şimdi o görkemli ağaç; hırpani kılıkla karşına geçmiş, kuru dalıyla cama tıklayıp üşüyen?

O nazenin yapraklar güneşin yakıcı hararetine nemlenerek karşı koydu da, hararetsizliğine boyun büktü; gittiler el sallamadan… Küstü mü her şey? Gökyüzü durmadan ağlıyor mu güneş niye gitti, bu rengârenk güzellik niye bitti diye? Kuşların dallardan göğe havalanıp kaçıp göçtüğü, yaprakların vurularak yere düştüğü bir savaş alanında sipersiz, silahsız ve pusatsız kalakaldık sanki. Sanki eğlenceli bir bayram kutlamasını kaçırdın da, çöpleri süpürüyorlar; yenilmiş-içilmiş, herkes gitmiş, kirli bulaşıklar kalmış geride… O cıvıl cıvıl parklar, ıslak ve boş salıncaklara bırakmışken yerini, sohbetler şimdi içe gömükken, ıslak bankta son kalan birkaç yaprakla hoş edemezken gönlünü… Ayrılığın sessiz şarkısı çalıyorken kalbinde, aslında nerelerden ve neleri bırakıp ayrılarak geldiğini düşünme vakitleri şimdi.

 ‘Ne çok şey yitirdim’ diye ağladım ne çok… Sonra bir teselli cümlesi doğdu içime; ‘Belki de Allah yeni verecekleri için yer hazırlıyor?’ 
Sen çocuğa güzel bir şey getirsen ‘Haydi, bırak o elindekileri de bunu al’ desen? Zaten o elindekini görür görmez kendi elindekini bırakır..
Biraz yitir, biraz bul.. Çünkü her yitiriş, yeni bulmalara gebedir..
Zaten Allah’ın, yeni bir şey vereceği için eskisini geri aldığına iman etmişiz..
Sonbahar ve baharlar dolusu amenna... 
Ey, Allahın rahmet eli...
Ey, Allahın kudret eli...
Ey, Allahın hikmet eli...
Ey, Allah...

Mevsimler tren vagonları gibi erzak yüklenmiş, hem her mevsim vücuda lâzım olacak gıdalarla bezenmişken… Yeşil erik yok ama portakal var! Çünkü bu havada bu lâzım! Karpuz ve faydaları bitti, şimdi bal kabağı geçti vazife başına! Ispanak ve kat kat giyinmiş lahana… Boş tablayla geriye kârla dönen neşeli simitçi, belki bu kez akşam simitlerini dizmek için fırının yolunu tutuyorken. Dünyanın simitleri bitmiş ve hiç olmayacak gibi tablaya bakıp karamsarlığa düşmek insana özgü sadece! Aslında boş tarafı olmayan su dolu bardağı, su şeffaf diye bomboş zannetmek midir bu körlüğün adı? Bahçedeki ağaç ve çiçekleri her gün hortumla sulamaktan şikâyet eden bıkkın görevliyi de anmalı. Yağmurlarda vazifesi azaldığı için mutlu mudur?

Su içene yılan bile dokunmazmış madem, kalkıp su almaya gidemeyen ağaçların ayağına bulutlarca su getirildiğinde, içerlerken doyasıya, niye yağmura içerler şemsiyesi de icad olunmuş insanoğlu? Biraz ileriye doğru başını uzatıp baksa yağmurlar yeni rızıklar bitsin diye yeryüzünde, ayağına kadar gelsin diye, portakal suyuna, havuç suyuna dönüşsün diye yine menfaati için geliyor. Gökten yere indiriliyor da, göğe kalbî yağmurlar yolluyor mu insan oralar manen şenlensin diye?
Yediklerinin cesedi midende öğütülürken ruhunu göğe yükselt. Bismillah, Elhamdülillah ile... Dört bir yandan toplanıp sana geliyor, çünkü gönderiliyorlar. Kâinattan sana, senden de Sahibine yolcula böylece... Çünkü rızıklarımız topraktan bitmiyor. Önce gökten indiriliyor. Onları göğe yükselt ki, ahirette seni ‘bitmeyen rızıklar’ olarak karşılayabilsinler... 

Bu veriş ve geri alınışlar, bu yap-boz tahtası gibi dünya, bu gösterme ve gizlemeler; hep yeni anlamlar yazılırken insanın ülfet perdesi aralansın diye, fark etsin diye! Çünkü hep aynı duran şeye insan körleşir. Ve insan nereden gelip nereye gidiyor olduğunu yeniden okumalı yerdeki yapraklar adedince… Bu yeryüzüne öylece bırakılmayıp an be an bakılıyor olduğumuz akledilmeli rüzgârda da, yağmurda da, güneşte de… Bu mevsimde insana bahşedilen hüzün; depresyon ve karamsarlık aracı değil, İlahi ayrılığın tefekkürüyle, Ona kalben yakınlaşmanın önsözü, vesilesi olmalı…

İyi ki gelmişiz di mi? Ve, iyi ki gidiyoruz! Yoksa ‘ruh’ gibi kalacaktık bezm-i elestte? Allah bize neler vermiş; beden vermiş, kalp vermiş, akıl vermiş… Doldurmuş ceplerimizi… Yollamış bu dünyaya. Herkes kendine ‘bir dünya’ alsın diye... Dolaşıyoruz çarşı-pazar…