TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölümlü Dünyada Güveni Hissetmek

Ölümlü Dünyada Güveni Hissetmek

İnsanın, neden ve nasıl geldiğini bilmediği bu dünya yaşamında ilk ihtiyaçlarından biri olarak karşısına ‘güven ihtiyacı’ çıkar.

 

Aşağıdaki minik vakayı okuyun ve sonrasında gözlerinizi kapayıp okuduğunuzu hayalhanenizde canlandırmaya çalışın.

“Derin bir uykudan uyandınız ve kendinizi uzayın derinliklerinde, hiç bilmediğiniz bir gezegende buldunuz. Her tarafta bir nesne, bir olay ve kişiler var. Ama bunlara aşina değilsiniz. Nerede olduğunuz, neden orada olduğunuz ve sonrasında karşınıza nelerin çıkacağı hakkında hiçbir malûmata sahip değilsiniz. Böylesine bir durum karşısında ne yapardınız?”

Sanırım bu durum karşısında dehşete kapılır ve ne yapacağınızı bilemeyeceğinizden oturup ağlardınız. En azından Rahman ve Rahîm’in keremiyle kâinatın ortasına bırakılıveren ve nefes alma hayatına başlayan âdemoğlunun yaptığı budur; ağlamak.

İnsanın, neden ve nasıl geldiğini bilmediği bu dünya yaşamında ilk ihtiyaçlarından biri olarak karşısına ‘güven ihtiyacı’ çıkar. Güvenle yaşadığı yer olan anne rahminden çıkarılmış ve kendini dünya denilen yeryüzünde bulmuştur. Zaten ‘rahim’ kelimesi de esirgemek ve korumak anlamlarına gelmektedir. Yani güven içinde yaşamak.

Yenidoğanın bu ağlaması bir anlamda kendini güvende hissedemeyişinden, güvende olmayı arzuluyor olmasından kaynaklanmaktadır. Kendini güvende hissetmek, insan için ekmek ve su kadar önemlidir. Çünkü can tatlıdır ve korunmak ister; envai tür düşmana karşı.

Yenidoğan her insan, güveni veya güvensizliği inşa etmeye başlar. Yaşamın ilk yıllarından itibaren başlayan bu sürece ben ‘birinci dönem güven inşası’ adını veriyorum. Bu inşa ediş, insanın öyle tek başına yapabileceği bir iş değildir kuşkusuz. Anne ve babasından başlayarak çevresindeki herkes ve her nesne insanın bu inşasına bir tuğla koyar ve herkes bilir ki, temel sağlam olursa yapılan inşanın ömrü de sağlam ve uzun olacaktır.

Çocukluk yıllarında inşa edilen ‘birinci dönem güven inşası’ yaşamın bir döneminde yıkılacak ve güven duygusu arayışı yeniden insanın kapısını çalacak ve insan yaşam, güven ve ölüm girdabında debelenip duracaktır. Çünkü birinci dönemde yani çocukluk ve ilk gençlik yıllarında inşa edilen güven bu dünya hayatına racihtir.

Kuşkusuz, insan ister ki, ömrü daim olsun. Ama eli yetişmez ki bu daimlik isteği karşılık bulsun. Çünkü görür ve bilir ki, hayat ve kâinat denilen bu yerde her kişi ve şey ölmekte; daimlik isteğine balta vurmaktadır; yani kendi hayatına.

Ölümlülüğü hatırlatır her şey insana. Bir çiçeğin ölmesi, kedisinin ölmesi, baharın ölmesi gibi her şey ama her şey ‘ölümlüsün’ demektedir insana; daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, insanın bilinçli benliğine. Bu da ‘ikinci dönem güven inşası’nın başlaması anlamına gelecektir. Ölüm, güveni kemirdikçe kemirir gün be gün. Akil olan ve dayanağı olmayan nasıl kalksın altından bu ıstırabın?

Yaratıcısını tanıması ve O’nun gerçek Müheymin (koruyan, korkulardan emin eden) oluşunu anlamasına kadar insan---ki bu her kula nasip olmaz---güveni arar da durur. Benliğinin, hayatın ve kâinatın tam olarak farkına varan insan, bu harikulâde kâinatın şaşaası karşısında ezilir ve ekmek ve su arar gibi arar güveni. Çünkü ancak kendini güvende hissederse insanın kalbi teskin olacak, ruhu huzura kavuşacaktır. Ancak arayış zahmetlidir, sıkıntılıdır. Sanki Leyla’sını arayan bir Mecnun’a dönüşmüştür her kul, farkında bile olmadan.

Aramak kaybolan şeyler içindir. Bayezid-i Bestami Hazretlerinin de dediği gibi, “Aramakla bulunmaz; bulanlarsa ancak arayanlardır.” İnsan kaybolanı arar. Bulmak için arar. Yani bir anlamda var olanı arar. Araması, aradığının varoluşuna delalet eder belki de. Aslında güven demek, sonsuzluk ihtiyacı demektir. İhtiyaç varsa bir karşılığı da olmalı.

Kendini bir yandan güçlü hissetmekte; icatlar yapabilmekte, çeşitli hastalıklara devalar bulabilmekte, envai tür sıkıntılara göğüs gerip bunların altından kalkabilmekte, hatta aya bile çıkabilmektedir. Lâkin gel gör ki gözle göremediği bir mikroba bile mağlûp olabilmekte; ufacık demenin bile büyüklük sayılacağı bu mikrop, insanın o çok sevdiği, müştak olduğu yaşamını sona erdirebilmektedir. Bu nasıl bir ironidir. Kalbi ve beyni bu paradoks karşısında afallar insanın.

Bir yandan ben güçlüyüm demekte, öte yandan kalbi ve beyni buna şiddetle karşı çıkmaktadır. Heyhat! Benlik buna da karşı çıkmakta; bir şekilde, güçlü olduğu yalanına kalbini ve beynini inandırmaya, daha doğrusu kandırmaya çalışmaktadır. Çünkü benlik de bilir ki, bu güç oyunu bir yalandan ibarettir.

Ölümün olduğu bir yaşamda bu güven duygusu nasıl hissedilecektir? Hayatın bir gün biteceğini de zaten insana ölüm dikte etmektedir. Ayrılığa, kaybetmeye, değersizliğe ve hiçliğe tahammülü olmayan insan bunu nasıl başaracaktır? Yaşamın güzelliğini tüm hücrelerinde hisseden insan elbette onsuz olamayacak, onsuz kalmak istemeyecek, onsuz kalmamak adına her yolu deneyecektir.

Kişi isteyecektir, arzulayacaktır hatta beynini patlatırcasına çırpınacaktır ki, bir dayanak noktası bulsun bu daimlik isteğine ve ‘En Güvenilir’ kapı çıkacaktır akleden kulların karşısına. Bu akleden kullar gerçek Hâdi’nin güvenli sığınağında bulacaktır kendilerini. Çünkü gerçek Hâdi (yarattığı her varlık için uygun yolu gösteren) onlara Kitab-ı Mübin’inde böyle buyurmuştur.

“İmanlarına iman katsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” (Fetih Suresi, 4)

Gerçek güvenin Müheymin’de olduğunu anlayan insan için artık bu dünya hayatı boyut değiştirmiştir. Gerçek güven ancak hayatı ve ölümü var edene duyulur. Bir cihaz alan ve o cihazı bozulan kişi elbette cihazı yapana, yani işin ehline gidip ona iltica edecektir. Güveni sarsılan ve güveni arayıp duran insanın durağı da Muhyi (canlılara hayat veren) ve Mümit (ölümü veren) olacaktır.