İnsanın Cennet’le başlayan uzun tarihinin kısa hikâyesi...
İnsanın varlık alemine gelişi muhteşemdi. En toz pembe hayalden bile güzeldi. Çamurlu bir sudan olmasına rağmen, Hakim-i Rahim insana ‘mahlukatın en şereflisi’ sıfatını layık görmüştü. Yaratıldığı haliyle tek başına kalsa, kendine güvensizlik ve yalnızlıktan mahvolacak olan insan, hayata mükemmel bir rüyanın tam ortasından girmişti.
Her şey bir peri masalı gibiydi. En başta, gücü her şeye yeten, ama aynı zamanda sonsuz şefkat sahibi bir Halık-ı Rahim’i vardı insanın. Ve o Halık, kendisine sahip çıkmakla kalmıyor, çok büyük değer de veriyordu. Hem değer vermekle kalmıyor, rızkını ve terbiyesini de üstleniyordu. İnsan, bu sayede, bir anne babanın kendisine verebileceğinden çok daha fazlasına mazhar oluyordu. Seviliyor, değer veriliyor, ikram ediliyor ve terbiye ediliyordu. Görünen tablo, tam bir iyilik ve güzellik tablosuydu. Allah, insan, melekler ve hayal bile edilemeyen güzellikleriyle cennet, muhteşem bir bütünlük oluşturuyordu.
O bütünlük içinde, hiçbir zıtlık ve karmaşaya yer olmadığı gibi, kötülüğe de yer yoktu. Bir tek İblis, gururundan dolayı Allah’ın emrine karşı gelerek kötü bir harekette bulunmuş, fakat o da ilahi huzurdan ve cennetten kovulmuştu.
Her şeyde o kadar güzellik, şeffaflık, birlik ve bütünlük vardı ki, ayrılık fikri kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Allah, insan ile kendisi arasında henüz yetmiş bin perdesini çekmemişti. Hele, o kalın ‘esbab perdesi’ hiç yoktu. Sani-i Zülcemal, cennette doğrudan tecelli ediyordu. ‘Ol!’ denilenler, oluyordu. İnsan, cennet kadar, suretinde yaratıldığı Rahman ile de yaşıyordu. Rahman, kendi suretinde yarattığı insana doğrudan konuşuyordu.
Bu ilk dönemde insan tertemizdi. Masumdu. Allah’a ve yarattıklarına karşı en küçük bir kusur işlememişti. Rabbinden korkmasını, utanmasını ya da suçluluk hissetmesini gerektirecek bir harekette bulunmamıştı. Güven, huzur ve mutluluk hislerinden başka duygu tatmamıştı. Fakat bu durum, uzun sürmedi.
İnsan bir süredir varlık alemindeydi ve kendisine hak ettiği ölçüde lütufta bulunulmuştu. Adalet ilkesi gereği sorumluluk almak için yeterli olgunluğa geldiğinde, Rabbi ona emretti: “Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.” (A’raf, 19).
İlk bakışta, Hz. Adem ve eşinin sınavı hiç de zor görünmüyordu aslında. Cennet büyük bir yerdi ve yasak ağaçtan başka pek çok ağaç ve pek çok nimet vardı. Bir tane ağacın meyvesinden yemeseler, ne kaybederlerdi?
Ne ki, Rabbi insanın ruhî donanımına ‘benlik’ koymuştu. İnsan kalp ve vicdan gibi kendisini Allah’a yakınlaştıran şeylerle teçhiz edildiği gibi, benlik ve gurur gibi Ondan uzaklaştırabilecek şeylerle de donatılmıştı. Benliğin negatif yönü, insanın kendini beğenmesi, büyüklenmesi ve kendinde ‘kendisinden kaynaklanan’ bir üstünlük vehmetmesiydi. Bunun için ise, çok şey değil; sessiz bir fısıltı, anlık bir ayartı yeterli olabilirdi. O da gecikmedi.
İlahi huzurdan kovulurken, buna sebep olduğunu düşündüğü insana içi öfkeyle dolu olan şeytan, cennetin kapısından içeriye seslendi: “Ey Adem! Sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?” (Taha, 120)
Şeytan, insanın benliğine sesleniyordu. Rabbiniz size bu ağacı yasakladı, diyordu. “Çünkü bu ağacın meyvesinden yerseniz, ‘iyi’ ve ‘kötü’nün bilgisine sahip olursunuz. Böylece hem Onun gibi ebedi, hem de yüce bir saltanat sahibi olursunuz. Zaten bu ağacı size yasak etmesinin nedeni de bu!”
İnsan henüz çok deneyimsizdi. Çocuktan farksızdı. Benliğine tabi olduğunda, sonuçlarının neler olabileceğine dair bir tecrübesi yoktu. Hz. Adem ve Havva, Allah’ın emrini hatırlamıyor değillerdi. Ama daha önce hiç kandırılmamışlardı. Hafızalarında kandırılmaya dair bir kayıt yoktu. Hele bir de, şeytan gibi, kandırmacasını, Allah üzerine yemine dayandıran biri tarafından, hiç!
Ve şeytanın ayartıcı sözlerine kapılıp, yasak ağacın meyvesinden yediler: “Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar.” (A’raf, 22)
Yaratılış’ın ilk perdesini yansıtan bu Kur’anî anlatımın sonu, bilindiği üzre, Hz. Adem ve Havva’nın yeryüzüne indirilişiyle biter. Pek çoğumuzun zihninde, insanın yaratılışının arka planına ışık tutan bu Kur’anî tabloya dair tasvirler vardır. Ama yine de, bunlar üzerine çokça düşündüğümüz söylenemez. Halbuki, insanın arka planına dair çok şey ima eder ilk atalarımızın cennette yaşadıkları.
Mesela, Hz. Adem denince hemen aklımıza ‘ilk insan’ ve ‘baba’ çağrışımları gelir. Ama cennetteki Hz. Adem, psikolojik koşulları iyi incelendiğinde, bir babadan çok, insanın çocukluk evresini çağrıştırır. Zira, o ve eşi cennette iken bir çocuk gibi her şeye kolay inanabilen bir tabiata sahiptiler. Tecrübesizdiler. İyi ve kötüyü yeterince birbirinden ayırt edemiyorlardı. Dünyalarında ‘kötü’ye dair hiçbir iz yoktu. Yalan ve hileden anlamıyorlardı. Zihinlerinde varlık-yokluk, gerçek-gerçek dışı, niyet-amel... gibi ayrımlar yoktu. Tıpkı bir çocuk gibi, saf ve masumlardı.
Çok doğaldı bu ayrıca. Çünkü cennet, içinde negatif unsurlar barındırmıyordu. Gerçek-dışı yahut yalana yer yoktu. Mutlak temizdi, güzeldi, aydınlıktı. Böyle olduğu için de, karşıtlık oluşmuyordu. Gelgelelim, karşıtlık ve zıtlığın olmadığı yerde insan da farkı göremiyor, dolayısıyla olgunlaşamıyordu. Ne kadar melek gibi olsa da, ruhen daima çocuk kalıyor, aklı ve şuuru inkişaf etmiyordu.
Ne zaman ki Hz. Adem ve Havva yasak ağacın meyvesinden yediler; işte o zaman ilk defa kendi ellerinden çıkan bir ‘kötü’yle tanışmış oldular. İlk defa kendi içlerinde tüm ruhi süreçlerini yaşadıkları bir günah işledikleri için, ‘kötü’nün ne olduğuna dair bir fikre sahip oldular. İşte, insanın çocukluktan çıkarak olgunlaşma yoluna girdiği ilk olay buydu.
Nitekim, bu günahın hemen ertesinde, Hz. Adem ve Havva, üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye çalıştılar. Onların utandıklarına işaret eden bu hareketleri, aynı zamanda, akli açıdan olgunlaşmaya başladıklarının da deliliydi. Çünkü utanma duygusu, İmam Gazali’nin de dediği gibi, ‘iyi’ ve ‘kötü’yü tefrik etmeye başlayan çocukta görülebilecek bir duyguydu. Çocuğun büyümekte olduğunu gösteriyordu yani.
Burada, elbette, günah ya da kusur işlemek tek başına olgunlaşmayı sağlamıyordu. Olgunlaşmayı asıl sağlayan faktör, günahın hemen ertesinde, insanın emre karşı geldiğini itiraf etmesi, pişmanlık duyması (utanması), nefsini kötülemesi, tevbeye teşebbüs etmesi ve rahmetten ümidini kesmemesiydi. Fakat yine de tüm bu sürecin bir günahla başladığını, günah olmazsa böyle bir olgunlaşmanın vuku bulamayacağını görmek gerekir.
Nitekim, bir hadis-i şerifte bu noktaya işareten, “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” denilmiştir. (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11).
HZ. ADEM’İN ÇOCUKLUĞU
Günümüz psikoloji bilimi, insan gelişimini evreler halinde inceler. Bir evre başarılı bir şekilde atlatılmadan diğer bir evreye geçilemez. Bu çerçevede utanma duygusuyla belirmeye başlayan temyiz (iyiyi kötüden ayırt etme yeteneği), önemli bir merhaleye işaret eder. Bu merhaleden öncesi, tamamen saf ve masum olunan ilk çocukluk yıllarını (0-6 yaş) tarif eder. Bu açıdan baktığımızda, acaba Hz. Adem ile Havva’nın Cennette yaşadıkları ilk dönemi, onların ilk çocukluk yılları olarak değerlendirebilir miyiz?
Doğrusu, öyle görünüyor! Çünkü, az önce ifade edildiği gibi, bir bütünlük duygusu içinde yaşıyorlardı. Yalan nedir, bilmiyorlardı. Kolay inanıyorlardı. Tecrübe birikimleri son derece kısıtlıydı. Utanma duyguları teşekkül etmemişti. İyi-kötü arasında ayrım yapamıyorlardı. Gerçek ve gerçekdışı bilgileri yoktu. ‘Benlik’leri henüz tam olarak aktif hale gelmemişti. Yetişkinliğin bir göstergesi olan cinsellik ve çocuk sahibi olma da yoktu.
Doğrusu, onların bu vasıfları ile bizim çocukluk vasıflarımızı karşılaştırdığımızda, birebir örtüştüğünü görürüz.
Hakikaten de, çocuklar çok kolay inanırlar. Bir şeye inanmaları için gözleriyle görmeleri de gerekmez. Allah ve melekler, onların dünyasında hiç itirazsız yer bulurlar. Çocuklar bu anlamda saf manevi varlıklardır.
Çocuklar için gerçek ve gerçek-dışı ayırımı da son derece sun’idir. Onlar hayallerini gerçek gibi, gerçekleri de birer hayal gibi yaşarlar. Eline aldıkları herhangi bir şey, onların gözünde rahatlıkla bir uçak ya da uçan ata dönüşebilir.
Yine, çocuklarda müstakil bir benlik algısının oluşumu uzun bir süre alır. İlk bebeklik yıllarında kendisi ile annesi arasında net bir ayrım çizemediği gibi, ileriki yıllarda da bu bağımlılık belli seviyelerde devam eder.
Özetle, tıpkı Hz. Adem ve Havva gibi, tüm çocuklar da bu dünyaya saf ve masum bir tabiatta, bir vahdet ve bütünlük duygusu içinde doğuyorlar. O halde, çocuklarımız, Cennet’te hayata gözlerini açan birer Adem ve Havva gibidirler, onların vasıflarıyla—özellikle ruhî anlamda—aynı vasıflara sahiptirler. Bu vasıflarda ilahi bir özün yansımaları bulunur.
ÇOCUK RUHUNUN CENNET ÖZLEMİ
Aradaki tek fark, onlar çocukluk yıllarını Cennet’te yaşadılar, biz ise yeryüzünde! Dolayısıyla, onların Cennet’te bulduklarını, çocukluk çağında bizim ruhlarımız yeryüzünde arar.
Örneğin, onlar Cennet’te taşın da toprağın da canlı olduğunu gördüler ve öylece muhatap oldular; biz de tüm çocukluk yıllarımız boyunca taşın, tahtanın canlı olduğunu düşündük. Bu yüzden, çocuklar üzerine taş çarpan tahta oyuncağın canının yandığını düşünür ve üzülürler.
Cennet’te her şey bitimsizdir. O sebeble, biten şeyler hep ruhumuzu acıtır. Çocukken sevdiğimiz bir filmin bitişi yahut oyun parkından dönmek istemeyişimizde, ruhumuzun sonsuzluk ve beka özelliğinin payı vardır.
Yine, çocukların ilk kural algılarının mutlak ve değişmez biçimde olması, ruhun vahdet ve beka anlayışındaki mutlaklık sebebiyledir. Bir yetişkin olarak söylediğimiz herhangi bir kurala kendimizin uymadığını gördüklerinde çocukların aşırı tepki vermeleri bundandır.
Hakikatin kişiden kişiye, durumdan duruma değişebilir olduğu nisbiyet (görecelilik) alemi, onlar için kabul edilemezdir. Üç yaşında bir çocuk, babasının terliğini annesinin giymesine razı gelmediği gibi, kendi oyuncaklarıyla başka bir çocuğun oynamasına da razı gelmez. Çünkü onun mülkiyet algısından türettiği genel kurala göre, “Her çocuk, kendi oyuncağıyla oynamalıdır.”
Ayrıca, çocukların doğuştan getirdiği tek korku olan karanlık korkusu, Cennet’in aydınlık olmasına bağlanabileceği gibi; bir çocuğun en sevindiği halin babası tarafından havaya atılıp tutulması olması da, belki Cennet’te yeryüzünde olduğu gibi kesif bir yerçekiminin bulunmamasına yorulabilir. Gerçekten de ruh, yerçekimi de olsa kayıt altında olmayı sevmez, özgürlük ister.
BÜYÜMEK, İMTİHAN VE SON DURAĞIMIZ
Ne var ki ruhun baskın ve faal olduğu bu ilk çocukluk yılları ilanihaye devam etmez. Bedenin, duyuların ve akit muhakeme yeteneğinin gelişmesiyle, içinde yaşanılan dünyanın darlığı, yetersizliği, parçalılığı ve sonluluğu görülür. Dünyanın Cennet’in yıkılmaya mahkum kötü, kısır ve soluk bir örneği olduğu anlaşılır. Ruhun, 7-12 yaş arasını kapsayan ve psikolojide somut-işlem dönemi diye tabir edilen evrede, adeta kendisini toprak altında sıkışıp kalmış bir çekirdek gibi hissetmesinin nedeni budur.
Zaten, asıl imtihan da, tam bu noktada başlar. İnsan ruhu, ya bir çekirdek misali, “toprak altında çalışıp o dar alemden çıkarak geniş olan hava alemine girecek ve Halıkından bir ağaç olmayı niyaz ederek kendisine layık bir kemal bulacak”, (yani maddî ve bedenî kalıpların üzerinde maneviyat ayağıyla yeniden ruhun hâkimiyetini tesis edecek); ya da “kendisine verilen manevî cihazları kendi kötü mizacından dolayı toprak altında, o dar yerde, kısa bir zamanda, faydasız çürüyüp yok edecektir, (yani ruhunu madde dünyasına ve materyalizm bataklığına kurban edecektir).” (23. Söz, İkinci Mebhas, İkinci Nükte.)
O bakımdan, 7-12 yaş evresi ve hemen ardından gelen soyut dönem (12+), insanın ötelerdeki kaderinin ne olacağı bakımından son derece önemlidir. Eğer insan 7-12 yaş döneminde girdiği materyalizm türbülansından ruhun zaferiyle çıkarsa, toprağın üstüne çıkmayı başarmış bir çiçek gibi, Cennet’i daha bu dünyada hissetmeye ve soluklamaya başlar. Aksi halde, madde, darlığıyla, toprağın altında kalmış bir tohum gibi, ruhun ve kalbin hapishanesi olur.
Sonuç itibariyle, imtihanda başarılı olanlar, Hz. Adem babamız ve Havva annemizin bir süre kaldığı, cismin ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olduğu Cennet’e, yani aslî vatanlarına yeniden dönecek, Rableri ve meleklerle o başlangıçtaki mükemmel uyum ve birliktelik iklimini yeniden soluklayacaklardır. Başarılı olmayanlar ise, şu yeryüzünde ruhlarını mahkum ettikleri o toprak altı karanlığı gibi bir Cehennem’e itilmekten kurtulamayacaklardır.
Allah, kendisine inananlardan ve Cennet’e girmeye hak kazanan ve Cennet’te buluşan kullarından eylesin. Amin!