Mekke'den, Medine'den insan manzaraları...
Dünyanın her tarafından çıkıp gelmiş; Mescid-i Haram'da, Mescid-i Nebevi'de itikadınca, istidadınca Rabbine ibadete gayret etmiş yüzbinlerce, belki milyonlarca insan...
Hepsinin de Rabbi bir, Kitabı bir, Resulü bir, kıblesi aynı.
Aralarındaki bunca farka rağmen, onları burada buluşturan da bu değil mi zaten?
Yoksa, doğup büyüdükleri yer farklı olduğu gibi, dilleri farklı, renkleri farklı, giyim tarzları farklı, adetleri farklı.
İşte şuracıkta dahi bu farklar ne kadar da bariz surette belli ediyor kendisini.
Kim Pakistanlı, kim Endonezyalı, kim Cezayirli, kim Suriyeli, kim İranlı, kim Türkiyeli, kim Sudanlı, ayırd etmek hiç de zor değil.
Bu beldede birkaç gün bulunmak bile, çok azıyla birebir konuşsanız dahi milyonlarca insan arasındaki bu kültür farkını görmeye yetiyor.
Giyiminden yeme-içme biçimine, saçının sakalının şekline, kadınsa örtüsünün rengine ve biçimine, umre niyetiyle yola çıktığını belli eder şekilde vücuduna iliştirdiği bir işarete.. göre, insan farkedebiliyor kimin nereden geldiğini...
Bir tarafta ortaklık, öte yanda ayrışma... Bir yanda benzerlik, öte yanda farklılaşma...
Milyonu aşkın insan içerisinde bunca farkı görünce, ilk önce 'kültür farkı'nın getirdiği bir mesafe duygusu yaşıyorum iç dünyamda.
Ama etkisi kısa sürüyor. Bunca farka karşılık, bu insanların aynı yolda, aynı gaye için biraraya geldiklerini bir kez daha hatırıma getiriyorum.
Görünüşleri, kıyafetleri, tenlerinin rengi, dilleri, saçlarını kesme biçimleri, örtülerinin rengi, örtülerini bağlama biçimleri, aynı olay karşısında gösterdikleri refleks farklı da olsa onları bunca 'farklılığın' değil, bu farklılıkları aşan bir beraberliğin buralara cezbettiğini nefsime hatırlatıyorum.
Farklılık içinde bir beraberlik...
Aralarında fikrî, fiilî ve duygusal mesafe oluşturmaya mahal verecek bunca farklılığa karşılık bütün bu insanlar, aynı Rabbe inanıyor, aynı Kur'an'ı okuyor, aynı kıbleye yönelerek namaz kılıyor ve aynı Peygamberin yolunu yol ediniyor oldukları için buradalar; bunu nefsime hatırlatıyorum.
'Dillerin ve renklerin farklılığını' da Allah'ın ayetleri arasında zikreden Kur'an ayeti aklıma geliyor sonra.
Ama buna karşılık, içimde hala tereddütle yaklaştığım kimi haller, kimi görüntüler yok değil. Bunca farklılığa aklımın ve kalbimin itirazı yok; ama Resulün sünnetine muvafık olmadığını düşündüğüm, ama nedense şu veya bu müminler topluluğu arasında yerleşmiş olduğunu algıladığım kimi göreneklerin varlığını burada da görmekten huzursuz oluyorum.
Bu huzursuzluğu iyice hissettiğim bir gün, Kur'an sayfaları arasında ilerlerken, Furkan süresinin daha önce dikkatimi çekmemiş bir ayeti çekiyor dikkatimi:
"Dileseydik, her karyeye ayrı bir peygamber gönderirdik."
Âyet 51...
Müracaat ettiğim meali yazan müdakkik müminin, bu ayetin çok kısa bir tefsiri mahiyetinde parantez içine yazdığı not çekiyor sonra dikkatimi...
Âlemlerin Rabbi, "Dileseydik, her karyeye ayrı bir peygamber gönderirdik." buyuruyor olduğuna göre, demek ki Kureyş'in müşrikleri rahatsız olmuşlardı 'rahmeten li'l-alemin' bir peygamberden. Not buna dikkat çekiyor. Onların, "Neden bütün insanlığa bir peygamber gönderilsin ki? Her kavme, her şehre, her beldeye ayrı bir peygamber gönderilmeli değil miydi?" diye itiraza yeltendiklerine işaret ediyor.
Ama Âlemlerin Rabbi, muradını berrak bir şekilde bildiriyor: "Dileseydik, her karyeye ayrı bir peygamber gönderirdik." Ama öyle dilemedi Âlemlerin Rabbi. Bilakis, rahmeten li'l-âlemin bir hatemü'l-enbiya gönderdi. Muhammed aleyhissalatu vesselamı, getirdiği vahiy bütün beldeler ve bütün kavimler için bağlayıcı, hayatı ise bütün insanlar için en güzel örnek olarak risaletle görevlendirdi.
O günün halet-i ruhiyesi içinde, müşriklerin bütün insanlık için, bütün beldeler ve bütün kavimler için tek bir peygamber gönderilmesine itirazlarının arkasındaki sebebi aramaya koyuldu zihnim.
Çünkü bu halde, Resule karşı bir mazeret üretme imkanı doğuyordu nefislere...
"Peygamber öyle diyor ama, biz böyle gördük, böyle alıştık..."
"Peygamber öyle yapıyor ama, bizim toplumumuzda böyle yapılır."
"Peygamber öyle tavsiye ediyor ama, bizim memlekette işler böyle görülür."
"Peygamber öyle yapmamızı istiyor ama, bizim kültürümüzde bu böyle..."
Bütün insanlara gönderilmiş bir peygamber, böylesi mazeretlerin gölgesi altında bildiğini okumaktan çekip alıyor insanı.
Bilakis, yine Kur'an'ın bildirdiği üzere, “Resul neyi emretmişse onu yapma, nelerden nehyetmişse onlardan sakınma” noktasına insanı sevkediyor.
Sözün kısası, bütün insanlık için tek bir peygamber göndermekle, Şâri' Teala onun sünnetini bütün insanlık için referans noktası haline getiriyor.
Başka her şey, her görenek, her adet, her kültürel unsur, sünnetin terazisi içinde tartıya gelebiliyorsa eğer, bir anlam taşıyor bundan böyle...
Bizim göreneğimizde, örfümüzde, kültürümüzde yeri olmanın yanısıra 'sünnet'in mizanına uyuyorsa, ancak o zaman o şey makbuliyet kazanıyor.
Yok eğer, 'bizim kültürümüz'de yeri olsa bile 'sünnet'te yeri yoksa, onu terk etmemiz gerekiyor.
Bütün mezhep imamlarının da söylemiş olduğu bir söz vardı hani... Hepsi, sahih bir senetle kendilerine ulaşmış hadislerle hüküm vermiş oldukları için, şu kaydı düşmüşlerdi bütün içtihadlarına dair: "Benden sonra, sahih bir senetle bir hadis size ulaşırsa ve o hadis benim içtihadımı nakzediyorsa eğer, bilin ki o durumda benim görüşüm hadisin görüşüdür."
Aynı ölçüyü bütün müminlerin 'kültür' meselesine uyarlaması gerekiyor:
"Bizim kültürümüzde olan bir şeyi sünnet nakzediyorsa eğer, benim için aslolan, kültür değil sünnettir."
Sünnetin hudutları içinde yeri olan, her türden farklılığa imkan tanıyan; ama hiçbir örfü, adeti, göreneği, kültürü sünnetin üstüne çıkarmayan bir orta nokta...
Sünneti, bakışımızın, düşünüşümüzün ve yaşayışımızın merkezine yerleştiren bir denge durumu...
Kültürü sünnetin karşısına koymaya değil, kültürü sünnete tabi kılmaya ihtiyacımız var.
Sünnet aksini emrediyorsa, 'kültür' aşılabilmeli...