TR EN

Dil Seçin

Ara

Sosyal Hayat İmtihanı

Sosyal Hayat İmtihanı

Medeniyet vahşetin zıttıdır. Ve insan medeni yaratılmıştır. Diğer insanlarla çok yönlü münasebet halindedir. Ekmek için fırıncının, elbise için terzinin, ayakkabı için kunduracının kapısını çalar. Hayvanların bu ve benzeri birçok ihtiyaçları fıtri olarak giderildiğinden onlar medeni bir hayat sürmek durumunda değillerdir.

 

FAKİRLİK ve geri kalmışlık, medenî olmaya engel değildir. Teknolojinin zirvesine çıkmakla birlikte, sadece kendini ve şahsî çıkarını düşünen bir kişi medenî değildir.

İnsanın medenî yaratılışı, cüz’i iradesiyle yakından ilgilidir. Arı sadece bal verirken, elma ağacı bir başka meyve veremezken, insana bu konuda çok geniş bir saha açılmıştır.

Mesnevî-i Nuriye’de geçen şu cümle bu noktada çok anlamlıdır:

“Öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor.”

Bu iradeden farklı meslekler çıkıyor, farklı iş sahaları çıkıyor ve bunlar bir vücudun azaları yahut bir fabrikanın farklı çarkları gibi bir araya gelerek yepyeni bir şey ortaya koyuyorlar. İşte medeniyet bu birlikteliktir, bu bilgi alışverişidir, bu iş bölümüdür ve bu yardımlaşma şuurudur.

İnsanın yaratılışına konulan bir başka özellik de “her türlü hayra ve güzelliğe karşı olan, hak, hukuk tanımayan ve daima kötülüğü emreden nefistir.” Nefsin karşı olduğu güzelliklerden biri de medeniyettir, paylaşmadır, yardımlaşmadır.

Öte yandan, yine insanın yaratılışına, nefsi dizginlemek üzere, akıl ve vicdan konulmuştur, insaf, merhamet ve adalet duygusu konulmuştur. Ve insan, ömrü boyunca bir “iç mücadele” geçirir. Nefisle vicdanın mücadelesi, adaletle zulmün mücadelesi, iffetle hayasızlığın mücadelesi... Böyle binlerce çeşit mücadele iki maddede özetlenir: İmanla küfrün mücadelesi.

Bir gün, dünyanın bütün mevki ve makamları, bütün servet kavgaları geride kalmış olacak ve ebedî âlemde iki ayrı tecelli hükmünü icra edecektir: Lütuf ve kahır.

Hayat çizgimizi, bu iki akıbeti nazara alarak belirlemek mecburiyetindeyiz. Bundan gaflet etmemek şartıyla dünyanın meşru zevklerinden, makamlarından ve servetlerinden de istifade etmemize bir engel yoktur. Hatta, bunları “güzel bir niyetle” yaptığımız takdirde o fanilerin her birinden bakiye yol bulabiliriz.

 

İmtihanlar Zinciri Sosyal Hayat

Sosyal hayat, hem büyük bir nimet, hem de çetin bir imtihandır. Uzunca bir hadis-i kutsînin sadece bir maddesine değinmek istiyorum:

Ahirette, Cenab-ı Hak kuluna şöyle hitap edecek: “Ben hasta idim, sen beni ziyaret etmedin.”

Kul ise, “Yâ Rabbi! Sen hastalanmaktan münezzehsin, seni nasıl ziyaret edebilirdim?” diyecek ve kendisine şöyle cevap verilecektir:

“Falan kulum hasta idi. Onu ziyaret etseydin, beni (rahmetimi) onun yanında bulacaktın.”

Bu örneği yaygınlaştırabilir ve sonunda şu hükme varırız:

Biz sosyal hayatımızı İslam’a uygun biçimde düzenlediğimizde, ahiret âlemine sürekli sevap gönderebilir ve en büyük mertebe olan ‘rıza’ yolunda durmadan ilerleyebiliriz.

Bir fakiri doyurmak, bir öksüze sahip çıkmak, bir işsize iş bulmak, mümine karşı güler yüz göstermek, bir kalbi sevindirmek, bir endişeyi gidermek, yol ortasındaki bir taşı kaldırmak... Bütün bunlar, mümin için sadaka kabul ediliyor. Çünkü bunların hepsinde insanlara yardım ediliyor, bir kalp kazanılıyor, bir ruh rahatlatılıyor.

İnsanlara, şu kısa dünya hayatında yapılan bu gibi yardımlar ‘sadaka’ hükmüne geçerse ve ilahi rahmete vesile olursa, onların ebedi hayatlarına yapılacak yardımların ne kadar büyük bir sadaka olduğunu hayal etmek mümkün değildir.

“Beden ruhun hanesidir,” buyruluyor. Bir yoksulu giydirmek, bir açı doyurmak böyle önem kazanırsa, ruhları iman ile nurlandırmak, takva ile korumak, salih amel ile terakki ettirmek, ilim ile aydınlatmak ve güzel ahlak ile süslemek ne kadar önemlidir?!. Kıyas edilsin.

 

Kur’an’ın vazifesi Nur Külliyatında şöyle ifade edilir:

“Kur’an’ın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmek­tir.” (Sözler)

Bütün peygamberler bunun için gönderilmişlerdir. Bütün peygamber varisleri de bu iki mesele üzerinde durmuşlardır: İnsanlara Allah’ı tanıtmak ve Ona karşı vazifelerini öğretmek.

Biz de bu ulvi göreve talip olmalı, elimizden geldiğince, imkanlarımızın elverdiği ölçüde bir şeyler yapmaya çalışmalıyız. Başkaları üzerinde müessir olmamızın temel şartı, İslam’ın güzelliklerini kendi hayatımızda sergilememiz ve her halimizle hakkı tebliğ etmemizdir.

Bir kabri gören kimse nasıl ölümü hatırlarsa, bir camiyi gören kişi de namazı hatırlar. İslam’ı hayatına mal eden bir Müslüman’ı gören kişinin hatırına da İslam’ın güzellikleri ve mükemmeliyeti gelir. Böyle bir kişi, hiç konuşmasa da, insanlara hak ve hakikati aralıksız ders verir.

Bediüzzaman Hazretleri, Meyvenin Dördüncü Meselesinin ‘çokça’ okunmasını tavsiye eder. Bu risale, sosyal hayatın dağdağalarına kapılarak yaratılış gayemizi unutmamamız için önemli bir irşat görevi yapar; küçük dairede “büyük, ehemmiyetli ve daimi hizmet,” büyük dairede ise “küçük, muvakkat, ara sıra vazife” bulunduğunu ders verir.

İnsan, toplum hayatının problemlerine daldıkça, zihnini harici âlemdeki, özellikle de siyaset dairesindeki meselelerle meşgul ettikçe, küçük dairedeki büyük hizmetlerini ihmal etmeye başlar. O geniş dairelere müdahale edemediği gibi, kendi vazifesini de yapamaz olur. Ömrünü ‘malayani’ denilen, “ne dünyaya, ne de ahirete yaramayan” işlerle geçirir.

Fiziki bir kaidedir: Bir şeyin yanında ve yakınında bulunduğumuzda onun gerçek büyüklüğünü takdir edebiliriz. Ondan uzaklaştığımızda ise onu küçük görmeye başlarız. Dünyadan bir milyon üç yüz bin defa büyük olan Güneş’e, biz çok uzak bir mesafeden baktığımız için onu büyükçe bir lamba kadar görürüz.

İnsan, sosyal hayatın dağdağalarına kapıldığında küçük dairedeki büyük hizmetler nazarında küçülmeye başlar. Buna karşılık, içtimai problemler ve siyaset âlemi ön sıralara geçer.

 

Medenî Olmanın Önemli Şartı: Şefkat

Bediüzzaman Hazretleri, Nur yolunu dört hatvede (adımda) özetler: Acz, fakr, şefkat, tefekkür yolu.

Acz ve fakr, bir kulun temel özellikleridir. Bunun şuurunda olmak, insanı ‘ubudiyet’ yoluna sokar.

Şefkat çok önemli bir insanî sıfattır. Hayvanların, sadece yavrularına, belli bir dönem için şefkat göstermelerine karşılık, bir müminde bu sıfat bütün insanları dalaletten kurtarmaktan, bir çiçeği gereksiz koparmamaya kadar uzanan çok kapsamlı bir hal alır.

Başkalarına şefkat etmenin birinci şartı, onları “şeytanın ve nefsin hücumlarına maruz, cehenneme gitme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan” yardıma muhtaç kişiler olarak görmektir. Bediüzzaman Hazretleri, “Kırk sene hayatımda, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim,” buyurduktan sonra, bu dört kelamı:

“Ben kendime malik değilim.

Ölüm haktır.

Rabbim birdir.

Ene.” olarak sıralar.

“Ben kendime mâlik değilim ,” kelamının açıklamasında “Ancak mâlikim kainatın mâlikidir,” hakikatine dikkat çeker.

Ne bu kainat, ne de ondan süzülen bu beden bizim öz malımızdır. Kainatta misafiriz, beden ise bize emanet. O halde, biz bu emanetleri kendi nefsimizin, heva ve hevesimizin istekleri doğrultusunda kullanamayız. Biz gözümüzün maliki değiliz, onunla dilediğimiz şeylere bakamayız. Akıl da bizim mülkümüz değil, onu zararlı şeylere yoramayız.

Diğer organlarımızı ve latifelerimizi de aynı şekilde değerlendirmeliyiz.

Biz kendimizi böylece değerlendirdiğimizde, muhatabımız olan insanları da aynı şekilde düşünür ve emaneti yanlış yolda kullanmakla cezaya müstahak olacak olan o kişilere acır, şefkatle yaklaşır ve kendilerini en güzel şekilde ikaz etmeye çalışırız. Aksi halde, onları “hakiki mal sahibi” gibi görür ve kendilerine düşman olur, mücadele yolunu tutarız. Bu ise bize bir şey kazandırmaz, ama onlara çok şey kaybettirir.