TR EN

Dil Seçin

Ara

Kuyu Başında İki İnsan

Bir gün tozu dumana katarak geldiler. Yağız atlara binmiş ve siyahlar giyinmiş, yüzleri örtülü efendiler, çölün ortasında küçük bir vahada durdular. Kuyunun yanına perişan iki insan bıraktılar. Pelerinlerinin altında görünen silahlarının kabzaları üstündeydi bir elleri. Diğer ellerini de tehditle sallayıp:

“Yeriniz burası. Peşimizden gelmeyin. Bundan böyle burada yaşayacaksınız ve burada öleceksiniz!” deyip, geldikleri gibi, tozu dumana katarak gittiler…

Kuyunun başında iki insan. Bıraktılar onları orada, oracıkta. Yoksul, çaresiz, fakir koydular, öyle gittiler. Yanlarına hiçbir şey bırakmadan…

Kuyunun içinde biraz su, bir de kovasız ip vardı. İp eskiydi. Suyu içmek için kuyunun içine girmek gerekti. Bir daha çıkmamak da vardı oradan.

İnsan ne yapabilirdi? Birbirine güvenmekten başka çareleri yoktu. Ipıssız bu çölde ne yapsınlardı? Sıraya koydular. Biri indi, suyunu içti. Diğeri kuyunun başında bekledi. Sonra o içti, öbürü bekledi.

Çölün sıcağına da, her türlü zorluğuna da alıştılar. Ciğerlerini delen susuzluğun ateşini, kuyudan içtikleri suyla dindirdiler. Epey müddet, bu bereketli suyla idare ettiler. Sonra çevrede bulabildikleri yaprakları ufalayıp yediler. Bir nebze olsun açlıklarını giderdiler.

Sonrası mı? Sonrası uzun hikâye… Ama hepsi gerçek.

Düşünün hele bir… Efendiler neler yiyip içerken, hatta sofralarında kuşsütü bile eksik olmazken, onların neyle geçindiklerini bir hayal edin. Acılar yediler, ateşler içtiler.

Yüzleri örtülü efendiler, onlara hiçbir şey bırakmadan gittiler. İçlerini boşaltıp da öyle gittiler. Sadece kelimeleri, sözleri bıraktılar.

Aynı dili de konuşmuyordu bu iki insan. Biri kendi diliyle bir şeyler anlatıyordu, öbürü kendi diliyle. Ama diller üstü bir dil vardı, onu öğrendiler orada.

Aynı dili konuşanlar değil, kalbin dilini konuşanlar anlaşırdı. Arada sevgi ve güven olunca anlaşmak kolaydı.

Kuyu başında iki insan, kalbin dilini, hâlin dilini öğrendiler. Onu konuştular ve onunla anlaştılar. Diller üstü diller vardı, hâller üstü hâller… Duyguların üstünde, o duyguların sahibinin yarattığı; vicdanların, kalplerin bildiği ve de hiç yabancısı olmadığı duygular vardı.

Aynı havayı soludular. Yolsuz ve yönsüz çöllerde hasretle ufuklara bakıp beklediler. Birileri çıkıp gelir de kendilerini buradan kurtarırlar diye…

Her yer çöldü. Çölün ortasında bir kuyu ve kuyunun yanında iki insan vardı.

Bir gün o iki insan güçlerini birleştirdiler. El ele, baş başa verip sonunda çölü göle çevirdiler. Viraneyi mamur ettiler. Artık yeniden başlayacaktı insanlık macerası. Tam da burada, bu kuyunun başında.

Birbirlerini anlamasalar da konuşuyorlardı. Çölde çok şey öğrenmişlerdi; hele de bu kuyunun başında. En başta birbirlerini dinlemeyi…

Seslerini yükseltmeden konuşuyorlardı. Şükür ki, zoru başarmışlardı. O kendi diliyle, diğeri kendi diliyle konuşmalarına rağmen, birbirlerini anlıyorlardı.

Konuştukları kelimelerin sesine, rengine, ahengine hayran kaldılar. Sevdiler birbirlerinin dillerini.

Sonra, kendi dillerinde birbirine benzeyen kelimeleri fark ettiler. Bir, iki, üç… Derken, çoğaldı o kelimeler. Anlaşmayı kolaylaştıran sözleri seçtiler ve o sözlerle konuşmaya başladılar.

Anladılar ki; dillerini bilen biri var. Konuştukları dillerin içine anlaşabilecekleri kelimeleri, sözleri koyan biri var. Onları biliyor, görüyor, duyuyor. Yalnız değiller o kuyunun başında, bunu bildiler.

Yalnız onlar yalnız değildi. Yalnız olan yalnız efendilerdi.

Allah ile olan, yalnız değildi. Bunu bildiler. 

Birden bir güç geldi ellerine, yeni bir şevk doğdu içlerine. Ellerine, yüzlerine baktılar. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Kendi ortak kaderlerini okudular. Hayatlarını yeniden kurmaya, yaşamaya koyuldular bu kuyunun başında.

Aklın alacağı işler değildi bunlar. Nasıl da değişti, değişiyordu birden her şey. Bir sır vardı bu kuyuda, bu suda.

Kuyunun suyuydu bu, kuyunun huyuydu bu. 

Birdi artık kaderleri. Kaderlerini beraber yaşadılar.

Tozu dumana katıp giden efendiler, yağız atlara binmiş efendiler, sadece yüzlerinde gözleri görünen efendiler çoktan çekip gitmişlerdi. O toz dumanın ardından, başka hiçbir şey kalmamıştı hatırlarında.

Köle miydiler? Kurban mıydılar? Neydiler? Nereden gelmişlerdi? Niçin buradaydılar? Hatırlamıyorlardı. Mazi yoktu onlar için. Bugünden itibaren geleceklerini yaşamaya ve tarihi yeniden yazmaya başlayacaklardı bildikleri kelimelerle, inandıkları ve kalplerinde taşıdıkları o güzel duygularla, sözlerle.

Kim bilir, kaç defa bu kuyu başında bu macera başlamış, kim bilir kaç defa bunlar yeniden yaşanmıştı burada. Kim bilir, kaç defa… Bu sırrı anlamaya başladılar. Kendi kaderlerini yeni baştan, en güzel şekilde yaşamaya azmettiler.

Kötülerden, efendilerden ders aldılar. İyiliğin gücünü anladılar. Sertlik, diş gibiydi; yumuşaklık, dil gibi. Dişler dökülüyordu birer birer. Ama duruyordu yerinde yumuşak dil. Güneşin, tatlı dilin, iyiliğin gücünü anladılar. Rüzgâra, kara, fırtınaya, boraya karşı durdular. Bir olmanın, dayanmanın gücünü anladılar. Dahası, sözün, sözlerin gücünü anladılar. Oyuna gelmediler.

Kuyunun suyu da çoğalmaya başladı. Onlar birbirine destek verdikçe ve birbirini sevdikçe, kuyunun suyu da bereketlendi. Çöl, gitgide göle döndü.

Çölün yıldızlı gecelerinde düşünmeye başladılar. Düşüncelerini çerçeveleyen sahneleri birbirlerine göstermeye başladılar. Yıldızlardan bir demet yaptılar. Birbirlerine sundular.

“Çölün baharı da olur mu?” demeyin. Her gece yıldız çiçeklerinden baharlar yapılır burada. Baharlar gerçekleşir, baharlar oluşur çöllerde, yıldızlı gecelerde.

Çölde bir hayat vardır. İnanırsan bir gün çöl, göle döner. Çölde bir bahar vardır.

Çöl, bazen içimiz olur. Bazen şehrin ortasında, mütevazı bir evin içinde küçücük bir oda olur. Bazen kalbinize seslenen, onun diliyle konuşan bir kitabın başında olur o kuyu başı. Ve siz bedenen çok uzaklarda da olsanız, ruhen yakın olursunuz, yakın durursunuz birbirinize. Kuyu başındaki iki insan gibi…

Her şeyinizi alırlar, size sadece sözleri, kelimeleri bırakırlar. O kelimelerden yeni cümleler yaparsınız. Konuşmayı öğrenirsiniz yeniden. Kâinatın dilini öğrenirsiniz. O yeni kelimelerle birbirinize baktığınızda, sevdiğiniz cümleleri kurar, anladığınız dilden konuşursunuz. Ve bu dilden hareketle, kâinatın gizli dilini anlamaya çalışırsınız. Siz kendi hâlinizce, o kendi hâlince…

Ayrı gayrı yoktur artık. Razı olursunuz nasibinize. O zaman kaplar dökülür; sırlar, sular bir olur. Diller bile bir olur. Herkes kendi kabını doldurmaya bakmaz. Bencillik yoktur artık. Herkes kendi kabından diğer kaplara su taşır, kaplar bir olur. Ayrı duranlar omuz omuza verir, arkadaş olur, dost olur. Daha da ötesi kardeş olur.

Kelimeler, cümlelere dönüşür. Kelimelere ruh gelir, hayat gelir, mânâ gelir. Kelimeler, söz olur.

Sözler; etrafında toplanan çöl yolcularına, kuyunun başındaki o iki insan gibi, susuzluğunu giderecek sırlar, bengisular sunar.

Ve bir gün, kuyu başındaki bir insan, diğerine kendi dilinden bir kelime söyler. O güne kadar hiç söylenmedik bir kelimedir bu. Diğeri de ona bir kelimeyle cevap verir. Ne söylendiği o kadar önemli değildir. Ama yürekten dedikleri için, ne dediklerini ikisi de anlamıştır. O kuyunun başında öğrendikleri belki de en güzel kelimedir bu. Biri kendi diliyle, öbürü kendi diliyle “kardeşim” deyip kucaklaşırlar.

Çölün sıcağına, soğuğuna, korkutuculuğuna, ürkütücülüğüne aldırmadan yollarına devam ederler.

Kendilerini kuyunun yanına bırakan yağız atların üstündeki o meçhul efendileri aramaya, sorup soruşturmaya başlarlar. Onlar çoktan sinmişlerdi bir yerlere. Yine yeni oyunlar peşindeydiler yeni kurbanları için. Ama bu defa maskeleri düşmüştü, yakayı ele vermiş, korku içindeydi efendiler. Tir tir titremekteydiler. Kendi kurdukları tuzaklara düşmüşlerdi.

Onları zorlu yokuşlara, çöllere sürmüşlerdi bir zamanlar efendiler, sürgün etmişlerdi, kuyu başlarına terk etmişlerdi güya. Bir daha asla çıkamaz, gelemez zannetmişlerdi yanlarına.

Öyle bir geldiler ki… Onları kahredercesine. El ele, gönül gönüle geldiler…

Efendiler, düşman bıraktıklarını karşılarında kardeş buldular. O en güzel kelimeyi söylemişti bir kere dilleri. Dudaklarından o en güzel sözler dökülmüştü artık ikisinin de. Kardeşçe, dostça, arkadaşça…

Kelimeler de birdir artık, mânâlar da birdir. Diller de, kalpler de, gönüller de birdir.

“Bir” olanın birliğinden gelir bunlar. “Bir”den birlik gelir ancak.

Ve bazen “Bir”den gelen, birden gelir. Ayrı gibi zannedilen diller; “Bir”i söyler, bir olur ve “Bir”in sırrına varır. Ayrı ayrı duran birler, “Bir”de birleşip giderler…

İnsanlığın ateşini yeniden tutuştururlar. Bir sırdır bu. Akıl almaz, akıl ermez.

Belki de kuyunun suyudur bu, kuyunun huyudur bu…

Evet, ne güzeldir diller, dillerdeki kelimeler ve sözler.

O soysuz efendiler, sömürgeci, istilacı efendiler sözler bıraktılar bize. Her şeyimizi alıp, çalıp gittiler. Tarumar ettiler. İnançlarımızı, geleneklerimizi, ne varsa hepsini… Kutsallarımızı… Nereye uğradıysa yolları, arkalarında viraneler, harabeler bıraktılar. Yaktılar, yıktılar her yeri. Onlardan geriye izler değil, lekeler kaldı. Bir de gözyaşları… Ama onların alıp götürdüklerinden daha fazlası bize kaldı. Bize pırıl pırıl kelimeler, sözler kaldı.

Sonunda onlar kaybetti. Sonunda biz kazandık. Efendiler kaybettiler.

Madenlerimizi; yer altı ve yer üstü zenginliklerimizi ve dahi altınlarımızı da aldılar.

Ama bize altından daha değerli olan kelimeler ve sözler bıraktılar.

Daha da fazlası; bunları anlayabilecek altın kalpli kardeşler, oğullar, nesiller bıraktılar. Her şeyi aldılar ama hiçbir şeyi götüremediler. Her şeyi bize bıraktılar. Bize kelimeleri, sözleri bıraktılar. Sözlerin gücü, kuyunun başındakileri kardeş etti, efendilerin tuzaklarını yerle bir etti.

Bir sır var bu işte… Bir sır…

Belli ki: Kuyunun suyu bu, kuyunun huyu bu…

İnsanlık serüveni daha yeni başlıyor. Buradan, kuyunun başından. Simurg gibi küllerinden yeniden doğuyor insanlık, yeniden başlıyor maceramız şimdi burada. Hepimizin göreceği güzel günler var. Efendilerle de görülecek hesaplar var.