TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Satır Arkası

ABD, okyanusu çöplük yapmış kendine

İngiliz Independent Gazetesi’nin haberi:

“Amerikalı okyanus bilimcisi Charles Moore’a göre, ABD’nin Kaliforniya kıyılarından Japonya’ya kadar uzanan okyanus alanında yaklaşık 100 milyon ton civarında atık var. Büyük Okyanus’un dökülen bu çöplerle plastik bir çorbaya dönmüş durumda olduğunu belirten Moore, bu çöplüğün yüzölçümünün ABD’nin yüzölçümünün iki katı büyüklüğünde olduğunu belirtiyor.”

ABD’nin Kyoto gibi çevre sözleşmelerine niye imza koymadığı herhalde bu haberden de açıkça anlaşılıyor (Bu arada sanayileşme hamlelerine engel olmasın diye Türkiye’nin de bu sözleşmeye imza koymadığını belirtelim).

Biraz geriye çekilip bakınca, bu haber aslında şu büyük gerçeği de haykırıyor: Çöpler sanayileşmenin kaçınılmaz sonucudur. Üretim devam ettikçe ve üstüne üstlük üretim miktarı arttıkça, sanayileşmiş ülkelere çöplerini dökmek için bir süre sonra okyanuslar da yetmeyecektir.

Daha şimdiden bu ülkeler, çöplerini ya parayla üçüncü dünya ülkelerine boşaltmakta ya da gizli gizli denizlere ve okyanuslara dökmektedirler. İyisi mi siz turist olarak gidip bu ülkelere, sokakların temiz oluşuna aldanmayın. Önce okyanuslarına bakın bakalım temiz mi?

Ha bir de, insan bir yüz yıl önce buralara gidip de şehirlerin temizliğinden dem vurup “Batı hayranlığı” hastalığına tutulan sözde aydınlarımızı hatırlamadan edemiyor doğrusu!

 

***

 

Ortaçağ Aydınlığı

Ortaçağlar, kabaca MS 400-476’da başlayıp 1453 veya 1517 tarihlerine kadar süren bir dönemin adıdır. Başlangıcında Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Roma’nın Vizigotlar tarafından yağmalanması olayları yer alır; İstanbul’un fethi veya Mainz’daki kilisenin kapısına asılan ‘Reform bildirgesi’ ile de bittiği kabul edilir. Bu iki tarih arası Batı için hiç de iç açıcı değildir.

Aynı dönem İslâm Dünyası’nın ‘altın çağı’dır oysa. Herhangi bir başvuru kaynağını (bu iş için internet ansiklopedisi Wikipedia bile yeterli) açın, bu gerçeğin hemen itiraf edildiğini görürsünüz. Kendilerinden önceki gelenekleri değerlendiren Ortaçağ Müslümanları, dünya mirasına kendi zihin ürünlerini de katmış ve Yeni Çağlar’a kapı aralamıştır. Muhteşem mimari eserlere ek olarak, Romen rakamları yerine bugün kullandığımız rakamlar, matematiğe çağ atlatan cebir, eski Yunan klasiklerinin tercüme yoluyla yeniden kazanılması, felsefe alanında kaydedilen gelişmeler, Batı Rönesansı’na (yeniden uyanışa) yol vermiştir. Müslümanlar yaşadıkları coğrafyayı üniversitelerle donatırken, Batı’nın bu iş için Yeni Çağlar’ı beklemesi gerekmiştir.

Bu bilgilerden sonra, her ağızlarını açtıklarında “ortaçağ karanlığı”nden söz edenlerin nasıl bir batı tarihi taklitçiliğinden hareket ettikleri de anlaşılıyor. Oysa kendi tarih ve kültürünü Batı tarihinden ayırt ederek hareket edilse, döneme verilecek isim gayet açık: “Ortaçağ aydınlığı!” Özgüven sahibi bir topluma ve onun temsilcilerine de bu yakışır.

 

***

 

İslâm’da ötekileştirme yoktur

Tüm peygamberleri kucaklayan İslâm, bugün zannedildiği gibi tarihin bir dönemine, bir topluluğa atfedilmiş özel bir isim değildir. İlk insandan son insana dek ‘tüm zamanların çocukları’na adanmış bir ‘kalp bekçiliği’ emanet eder bize. Her insana sunulmuştur bu, ama herkes tarafından tanımlanmamıştır yalnızca. İnsanı ‘yeryüzünde halife’ kılacak tüm nimetleri barındırır. Nasip can çekişirken bile olabilir. İşte bu yüzden İslâm’da ötekileştirme yoktur. Bazen bir kelime, bazen bir tek isim veya harf vesile olabilir.”

 

***

 

Türbansavar Projeleri

Mantıksızlık tavan yaptığında, ciddiyet zemininde kalmak akla ziyan bir durum olur. Böyle bir durumda öfke girdabına kapılmamanın yolu, işi mizaha vurmaktır. Gökhan Özcan da, “türban üniversiteye girerse türbanlı öğrencilerin alayının notunu kıracağını” söyleyen üniversite hocalarının ciddi olamayacağını düşünerek, daha doğrusu umarak, onlarla bir mizah yarışına girmiş köşesinde:

“Kabul etmeliyim, türban üniversiteye girerse türbanlı öğrencilerin alayının notunu kırmak dahice bir espri anlayışının ürünü... Ama postu onlara kaptırmaya hiç niyetli değilim. Ne yarışı istiyorlarsa varım. Espriyse espri, saçmalıksa saçmalık!..

Termal sınıf projesi: Bu proje çok basit bir mantığa dayanıyor. Ne demiş atalarımız: “Hamama giren terler” Üniversitelerimizi taşıma sıcak suyla termal bir yapıya kavuştururuz. Vanaları sonuna kadar açarız. Sınıflar saunaya döner. Öyle bir hararet olur ki, hiçbir öğrenci sınıfta türbanla oturamaz. Hem böylece bilimsel hayat beyefendilerin istediği mayışma kıvamına ulaşır.

Dev vantilatör projesi: Bu projede sınıfa yerleştirilecek dev vantilatörlerle ders esnasında kasırgalar estiriyoruz. Böylece sınıfta ne kadar türban varsa hepsi rüzgâra kapılıp uçuyor. Hiç türbanlı kalmıyor. Bu arada ne kadar uçuk, ne kadar ayağı yere basmayan fikir varsa ortamdan yararlanarak öğrencilerin kafalarına boca ediliyor.”

 

***

 

Engel

“Bir gün bir mahalleden geçerken bir köpeğe rastladım. Köpek, su içmek istiyor, ancak suda bir köpek silueti görünce korkuyla geri çekiliyordu. Köpeğin suya yaklaşması ve geri çekilmesi bir saat kasar sürdü. Susuzluktan yanmış olan köpek, sonunda tüm gücünü toplayarak suya yöneldi ve suyunu içti. Suda başka bir köpeğin bulunmadığını sonunda anlamıştı. Bu misalde gördüm ki insanda, kendini anlamaya engel benliktir.”

 Feridüddin-i Attar

 

***

 

“Binlerce yüz arasından, ayrı bir yüzü seçer gibi,

seçmek gerekiyor gerçeği.”

 Saint Exupery

 

***

 

İyi iletişim için 10 ipucu

1. Türkiye’nin nadir yetiştirdiği filozoflardan birisi olan Tarkan’ın (!) dediği gibi: “Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin.” İletişimde kendimiz olabilmek çok önemli.

2. Doğal ve sempatik olursak bulunduğumuz her çevrede çok daha fazla seviliriz.

3. İletişimde kazıklamayı düşünen kendi kazıklanır. İnsanlar kullanmak için değil, yardımlaşmak için vardır. İyi niyetli ve yardımsever bir insana kim kapılarını kapatabilir.

4. Esprili olun. Çünkü neşe bulaşıcı, motive edici ve moral yükseltici bir şeydir. İnsanlar esprili ve eğlenceli kimselere bayılıyorlar.

5. Ayağınızın rahat ettiği ayakkabıyı mı yoksa ayağınızı vuranı mı giymekten hoşlanırsınız? İnsanlar sizin yanınızda kendilerini rahat hissetmeliler.

6. İnsanlarla konuşurken onların yüzlerine bakmalısınız. Yoksa “Sen yüzüne dahi bakılmaya değmezsin’ mesajı vermiş olursunuz.

7. Sesiniz aynı zamanda duygularınızı iletir. Sesinizle insanları okşuyor musunuz yoksa dövüyor musunuz? Konuşurken candan, samimi ve sıcak bir ses tonu kullanmalısınız.

8. Kocaman gülümseyin. Gülümseme mıknatıs gibidir, insanları size çeker.

9. Hediyeleşin. Hediye vermek karşıdaki kişiyi önemsediğinizi, ona değer verdiğinizi gösterir, kalpleri birbirine yakınlaştırır.

10. Tabağınızın sağlam olduğunu göstermek için insanların kafasına vurmaya gerek yok. Haklılığınızı incelik ve nezaketle kabul ettirin. İnsanlar hata yaptıklarında “Oh, elime fırsat geçti” deyip hatasını yüzüne çarpmayın.

 

***

 

Çocukların velayeti ve rüşd yaşı

Siyaset ortalığı kasıp kavurduğunda, haklarının gasp edilme riski en yüksek olan kesim genellikle çocuklar ve gençler olur. Çünkü siyasetin ateşi yükseldiğinde, hemen ülkenin menfaati söylemi çocuk ve gençlerin haklarını sıfıra indirir. Onlar bir şeyden haberdar olmayan, yarı-şuursuz bir tür muamelesi görmeye başlar.

Aynı muamelenin türban tartışmasına da damgasını vurduğunu gördük geçen ay. Başını örten ve üstelik rüşd yaşını çoktan aşmış genç kızlarımızın kendi iradeleriyle başlarını örtmüş olabileceği ihtimali nedense çok kolaylıkla göz ardı edildi bazılarınca. Hatta onların babaları ve kocalarının zoruyla başlarını örttüğü iddiası fütursuzca ve saygısızca dile getirildi. Ama her nedense aynı gerekçenin başı açık kızlarımız için de geçerli olabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmedi bu çevreler.

Oysa Vatan Gazetesi’nden Tuğçe Baran, samimi bir ifadeyle, modern bir bayan olarak her ortamda zorla erkeklerle birlikte olmaktan rahatsız olduğunu, bir kadın olarak erkeklerden ayrı ve onların vahşi nazarlarından uzak bir şekilde denize girebilme veya spor yapabilme hakkının olduğunu, olması gerektiğini savundu haklı olarak. Keza benzer bir görüşü, başka bayan yazarlar da dile getirmişti geçmişte.

Meselenin bir diğer boyutunu ise, çocukların velayeti konusu oluşturuyor. Modern bakış açısı, çocukların velayetinin devlete ait olduğu fikrini savunurken, İslâm fıkhına göre çocukların velayeti devlete değil, anne babaya aittir.

Herkesin “türban serbest olsun mu olmasın mı?” tartışmasına kilitlendiği bir zamandayız. Ama galiba esas soru, gençlerin temel hak ve hürriyetlerine devletin velayet hakkını gerekçe göstererek kısıtlama getirip getirilemeyeceği. Anlayacağınız, yine her zamanki gibi esas meselenin etrafında dönüp duruyoruz…

 

***

 

İngiltere hukukta bir adım önde!

Yıl 2008. İngiltere’de de Türkiye’de de hukuka ilişkin bir dizi tartışma yapılıyor. Mesela İngiltere bu günlerde iki Müslümanın şeriat kurallarına göre mahkeme olup olamayacağını tartışıyor. Zira İngiliz hukuku, anlaştıkları takdirde iki kişinin ülke hukuku dışında başka bir hukuka göre hukukî muameleye tâbi olabileceklerine hükmediyor. Şeriat mahkemesini gündeme getiren ise öyle sıradan biri değil, Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Dr. Rowan Williams.

Yine geçen ay başka bir haberde, bir markette domuz eti reyonunda görevli olmayı reddeden bir Müslüman’a, marketin başka bir bölümünde görev verilmesine hükmedildiği yazılmıştı.

İngiltere’de bunlar olurken, Türkiye gibi Müslüman bir ülkede yapılan hukukî tartışma konusu neydi: Üniversiteye giden bir kız öğrenci, dinî inancı gereği başını örtebilir mi, örtemez mi?

Bu karşılaştırmadan hareketle İngiltere’ninkendi vatandaşlarına karşı hukukta ve insan haklarında bize tur bindirdiğini söyleyebiliriz herhalde.