TR EN

Dil Seçin

Ara

Siyaseti dinsizliğe alet etmenin adı: “Başörtüsü Sorunu”

Örtünme tartışmalarındaki temel yanlışlık, bunun baştan sona siyasi bir konu olarak görülmesi ve tartışmanın bu zeminde yürütülmesidir. Buna, insanların nasıl giyineceğine sadece devletin karar verebileceği gibi bir ön kabul yol açıyor. Oysa devletten önce, bir toplumun kılık kıyafeti örf ve din temelinde belirlenir. Her toplumun kendi coğrafyası, iklimi, tarihi, kültürü ve dinî inancının etkisi altında kendine göre bir giyim kuşam tarzı oluşur. Normal olanı da budur. Fakat devleti her şeyin önüne koyan düşünce, zihinleri ablukaya alınca, geriye izlenecek tek bir yol kalıyor: “Devleti kendi tercihine zorlamak!” Bu açıdan bakınca, ortalığı kaplayan toz duman bulutu arasından en çok kârlı çıkan kim diye bir soru sorduğumuzda cevap ‘devlet’tir. Kime karşı? Tabii ki topluma.

Bizde yıllardır devleti kendi menfaatlerine göre kullanmaya alışmış herkesin bildiği seçkinci bir zümre var. Bu zümre ya da toplumsal grup, devleti ‘sahibine göre kişneyen at’ olarak gördüğü için, o ata her daim hükmetmek istiyor. Şu an o ata kendilerinden olmayan birileri bindiğinden dolayı, atı kendi isteklerine göre kişnetemiyorlar. Bu nedenle, farklı güç odaklarını kullanmak suretiyle o at üzerinde eski hükümranlıklarını tesis etmeye çalışıyorlar. Millet içinde olmasa da, devlet katında görülen ‘bölünme’, bu gayretkeşliğin bir sonucu. Onlarsa, bu bölünmeyi bile şu an ata binenlerin üzerine yıkmaya çalışıyorlar. Kopardıkları yaygara ile bölünmeyi toplum içinde de ‘görünür’ hale getirebilirlerse, bunu iktidarın acziyeti olarak sunacaklar. Böylece, at üstündekileri de alaşağı edebilecekleri istikrarsız bir ortam meydana gelecek. Hedefleri bu.

Bizim önümüzdeki asıl problem, devleti ‘belli bir kesimin menfaatinin taşıyıcısı’ olarak gören zihniyettir. Buna, devleti herkesi olduğu gibi kabul etmeye yatkın ve adaleti esas tutan bir mekanizma olarak aklına sığıştıramayan zihniyet de diyebiliriz. İşte bu dar devletçi jakoben zihniyet, toplumda ne zaman kendisi için bir sorun algılasa, bunu toplumsal bir durum olarak algılamak ve gerekiyorsa toplumsal zeminde mücadele etmek yerine, ispiyoncu çocuklar gibi hemen devlet gücüne başvurmayı marifet sayıyor. Halbuki eğitimden medyaya, sivil toplumdan sosyal etkileşim fırsatlarına kadar pek çok ‘diyalog zemini’, ‘rekabet ortamı’ ve hatta ‘ikna fırsatı’ var.

Fakat malum kesim, küresel ve yerel sebeplerin elbirliğiyle özellikle son yıllarda içine girdiği yoğun ‘özgüven problemi’ nedeniyle söz konusu zemin ve ortamlarda rekabet etmekten kaçıyor. Tıp fakültelerinde okul birincisi çıkarmak için uğraş vermek yerine, ödülünü almak üzere sahneye çıkan başörtülü kızı engellemeyi tercih ediyor. Yani, minderde elde edemediğini, entrikayla masa başında kazanmak istiyor. Bir tartışma programında konuşan başörtülü kızın dediği gibi, “başkalarının yokluğunda varlık arıyorlar” Ve eskiden alışkanlık peyda ettikleri üzere, devleti ve kurumlarını devreye sokmaya çalışıyorlar. Ama kendi taraflarını tutan bir hakem olarak!

Kullandıkları yöntem çok basit: Başörtüsünü siyasî zemine çekmek. Çünkü mesele toplumsal zeminde kalırsa, başörtüsünün bu toplumun bir ‘aslî unsuru’ olduğu, en fazla bir ‘farklılık unsuru’ olacağı ama asla bir ‘çatışma unsuru’ olamayacağını çok iyi biliyorlar. Zira, aynı ailede bile başı açık ile başı örtülüye hoşgörüyle bakabilen bir çoğunluk varken, üniversitede başı açık ile başı örtülüler arasında arkadaşlıklar kurulabiliyorken, kadınların % 70’ine yakını öyle ya da böyle başını örtüyorken, toplum içinde başörtüsünün bir çatışmanın fitilini asla ateşleyemeyeceği besbellidir. “Dinî inancım gereği başımı örtüyorum” ifadesi, bu yüzden onları kesmiyor. Onlara daha vurucu ifadeler, mesela “Şeriat devleti isteriz!” gibi çıkışlar lâzım. Gelin görün ki, başörtülü kızların ağızlarından bu yönde bir ifade çıkmıyor, çıkacağı da yok. Halihazırda daha kendi mağduriyetlerini giderememiş başörtülü kızların derdi bu değil ki... O zaman geriye bir tek seçenek kalıyor: Söyletilemeyenin, dolaylı yollardan söylendiğini ima etmek!

İşte ‘siyasî simge’ iddiası, tam da bu seçeneğin işletilmesinden ibaret. “Şeriat devleti istiyoruz” demeyen kızların başörtülerinin aslında bir siyasî simge olduğunu söylemek, dolaylı olarak, onların şeriat devleti istediğini söylemektir. Yoksa besbelli bir ‘dinî simge’ olan başörtüsüne niçin ‘siyasî simge’ denilsin? Burada ince ve şeytanî bir siyaset yürütülüyor. Nitekim, “Gözümüze ordu gibi görünüyorsunuz” beyanları da bu ince siyasetin bir uzantısı.

Tam bu noktada, ömrü boyunca ‘ince siyaset’ ve ‘hükümeti iğfal eden entrikacılar’dan çok çekmiş biri olan Bediüzzaman Said Nursi’yi hatırlamakta fayda var. Onun ‘meşru hürriyetten yana olan’ bir devleti savunmasının ne kadar isabetli olduğu şu ortamda çok daha iyi anlaşılıyor. Çünkü bu ifade, devletin hangi kesim için olursa olsun, bir menfaat taşıyıcısı olarak görülmemesi düşüncesini içeriyor. Nitekim, onun ‘din adına siyasetten uzak durma’ prensibi de aynı hassasiyetin bir başka şekilde dillendirilmesi aslında. Bu öyle bir hassasiyet ki, din gibi en yüce bir gayenin bile ‘kanun zoru’na dayandırılamayacağı düşüncesinden kaynaklanıyor. Bu bakış açısına göre, İran’daki gibi kanun zoruyla dinin topluma dayatılması ne kadar yanlışsa, bizim gibi bazı ülkelerde laiklik gerekçe gösterilerek dinsizliğin dayatılması da o kadar yanlıştır. Zira her ikisi de devlet gücünün toplum aleyhine ‘suistimal edilmesi’ anlamını taşımaktadır.

Fakat malum zümrede ‘devletçi zihniyet’ o kadar kemikleşmiş ki, başka türlü bir devletin (mesela, hürriyetperver bir devletin) olabileceğine ihtimal dahi vermiyorlar. Onlara göre, siyaset bir topuzdur ve birilerini kollarken ötekileri muhakkak pataklar. Tek bildikleri bu olduğu için, ‘başörtüsüne serbestiyet’ onların nazarında otomatikman ‘başaçıklığa yasak’ anlamına geliyor. İşte bilimum korku, kaygı, güvensizlik, endişe beyanı da böylesi bir ‘zihin şablonu’nun doğal sonucu olarak gündeme geliyor. Açıkçası, korkularının kaynağı, işaret ettikleri gibi kendi dışlarında bir yerde değil, ‘devleti sahibine göre kişneyen at’ olarak gören bizzat kendi zihinlerinde.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında devlet gücü hoyratça kullanılmasaydı, acaba böyle bir algılama oluşur muydu? Üzerinde durulması gereken sorulardan biri de bu. Çünkü ‘otoriter devlet’in kökleri şu toplumda yaşayan ferdlerin zihninde Milli Eğitim sıralarında öğrendiği ‘inkılap tarihi’ üzerinden şekillendi. Ve o tarih, kılık kıyafet gibi kişilerin tercihine bırakılması gereken bir meseleyi devletin ‘kanun zoru’yla düzenlemiş olduğu gerçeğini (ilkokulda, lisede, üniversitede) her vesileyle hafızalara kazıyor. Henüz o tarihle halleşilemediği ve üstüne üstlük on yıllık aralarla güncellenip tekrar hatırlatıldığı için, aynı otoriter devlet algısının 2008’de uç vermesi bu yönüyle çok da anlaşılmaz bir durum değil aslında. Ama durumun anlaşılır olması, hastalıklı bir bakış açısının tedavi edilmesi gereğini elbette ortadan kaldırmıyor.

Aksi halde, koca bir toplum hastalıklı bir azınlık zihniyetinin kurbanı olmaya devam edecektir.