TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Secdeye varamayanlar

Geçmiş zaman… Yabancı bir ülkede, bir otel odasında televizyondan yayınlanan paskalya törenlerini izliyorum. Neredeyse her kanalda başka bir kiliseden canlı yayın var. Bakıyorum. İnsanlar gösterişsiz fakat şık giysileriyle gelmiş. Huşu içindeler. Töreni yöneten Ortodoks papazlar ise göz alacak kadar ihtişamlı cüppeler giyinmiş. Mumlar yakılıyor, dualar okunuyor, şarkılar söyleniyor bir ağızdan. Bir nokta özellikle dikkatimi çekmeye başlıyor, hatta giderek kafam takılıyor.

Herkesin davranışlarında inançlı insanlara özgü yoğun bir saygı var.

Ama… Ama sanki teslimiyet yok!

Neden böyle algılıyorum. Çünkü sadece başlarını eğiyorlar; İsa tasvirleri önünde bellerini büker gibi yapıyorlar. Evet, sadece büker gibi… Zorlanıyorlar sanki!

Dışarıdan bakınca çok garip geliyor insana! O sırada çoktandır zihnimde donup kalmış eski bir anı canlanıyor. Şöyle…

Doğu kültürlerine, inançlarına meraklı bir Katolik tanıdığımız secde hareketini denemek istemişti. Dizini kırıyor, diz üstü çöküyor ama olmuyor! Başını ve burnunu yere bastırıncıya kadar eğilmek sanki dünyanın en zor, en yorucu hareketiymiş gibi geliyor ona. Birkaç denemeden sonra mırıldanır gibi “bedenim değil, sanki ruhum zorlandı” diyor da, bu saptama karşısında hepimiz çarpılıp kalıveriyoruz.

Anlatmak, dikkat çekip düşündürmek istediğim şey en derin biçimde ‘insan’a özgü bir hal ve onun belli bir kültürdeki yansımalarıdır.

Geçenlerde ölen ünlü gazeteci yazar Oriana Fallaci’nin “günde beş vakit kıçlarını havaya diken toplumlar” sözü geldi aklıma.

Fallaci ayrıksı bir örnek değil. Birçok Batılı veya fena halde Batılılaşmışlar, namaz kılan çok sayıda Müslümanı gösteren bir fotoğrafa baktığında böyle bir tablo görür.

O resime bakıp da yüzünü yere yapıştırmış, koskoca evrenin içinde iyiden iyiye büzülmüş, kendini gönülden “küçültmüş” insanları görmekte nedense çok zorlanırlar.

Modern insan, kibir kültürünün meyvesi… Her türlü eğilmenin zayıflık; her türlü diz çöküşün yenilmek; alnını yere koymanın ise bir daha asla ayağa kalkamayacak biçimde düşmek olmasından korkan bir zihnin bedeni bu… Sadece haz için eğiliyor, bükülüyor. Sadece hazza veya işkenceye “teslim oluyor” bu beden… O yüzden de, secdeye gidemiyor.

— Haşmet Babaoğlu, Vatan Gazetesi

 

***

 

“Gerçek hürriyet Hakk’a köleliktir.”

— Hz. Ali (kv)

 

***

 

Satılık hastalıklar

İlaç üreticileri tarafından aldatılıyoruz. Bunların içinde doktorlar, araştırmacılar, tüketici hakları dernekleri, tıp bürokratları ve siyasetçiler de var. Bu karmaşık ittifak, düzenli aralıklarla bize yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, kemik erimesi, depresyon gibi ardı arkası kesilmeyen hastalıkların ne kadar tehlikeli ve sinsi olduklarını anlatıp duruyorlar.

Ray Moynihan ve Alan Cassels, Satılık Hastalıklar (Selling Sickness) kitabında ilaç üreticilerinin hassasiyet oluşturma ve ilaç satma taktiklerine ilişkin on taktiği deşifre ediyorlar. Kitabın yazarları yüksek tansiyonun bazı insanlarda kalp krizine yol açabileceği ya da depresyonun katlanılamaz acılara sebep olabileceğini inkâr etmiyorlar. Onların itirazı, hastalık tanımlarının genişletilerek tüm toplumun bu hastalıklara sahipmiş gibi gösterilmesi. Böylece toplumun tamamı hayat boyu hastalar haline geliyor.

Mesela kitapta verilen bir bilgiye göre, Amerikan Ulusal Sağlık Enstitüsü, Amerika’da kolesterol üst sınırını 210’a çekerek kolesterol ilacı kullanan sayısını on milyon kişiden, kırk milyon kişiye çıkarmış. Asıl ilginç olansa, bu enstitüdeki doktorların ilaç şirketlerinin adamı olması!

Bu sınır tanımayan ahlâksızlıkların geldiği boyutta devlet sigortaları karşılayamaz duruma gelecektir. Ve ne yazık ki, bu durumda asıl mağdur olanlar, ilaca en fazla ihtiyaç duyan gerçek ama fakir hastalar olacaktır.

 

***

 

İnsan yüreği ile görür

“Senin oradaki insanlar,” dedi Küçük Prens, “Bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. 

Aslında aradıkları tek bir gülde ya da bir damla suda bulunabilir. Ama kördür gözler. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir.”

— Küçük Prens’ten

 

***

 

Modern cahiliye çağı

Hz. Ömer İslâm’la şereflendikten sonra Cahiliye dönemi hakkında hatırladıkça birine üzüntüsünden ağladığı diğerine ise güldüğü iki şeyden bahseder. Üzüntüden ağladığı şey, kız çocuklarını “diri diri” toprağa gömmeleri. Güldüğü şey ise kendi elleriyle helvadan put yapıp ona tapmaları, acıkınca da onları yemeleri.

Yasin Aktay Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde bu Cahiliye hâlini modern zamanlara uyarlıyor ve şunları söylüyor:

“Bugün Türkiye’de yerleşik müttefik kurumları için Anayasa ve Anayasa hükümleri bile kolaylıkla ihlal edilebilecek önemsiz şeylerdir. Anlaşılıyor ki, bu zihniyet hiçbir zaman kendini hiçbir kutsala sonuna kadar bağlı görmüyor. Kutsallar ancak başkaları üzerinde bir baskı ve bir egemenlik kurabilmek için yüceltiliyor. Kendileri ise ilk ihtiyaç duydukları anda onları hemen askıya alabilecek durumdadırlar. Bu hususta Atatürk, Cumhuriyet, demokrasi, hukuk ya da Anayasa fark etmiyor. Bunların hepsini işlerine geldiğinde hemen üzerinde istedikleri değişikliği yapabildikleri, acıktıklarında yiyebilecekleri helvalar gibi görüyorlar. Bu duruma, umarız ki, çok yakın bir zamanda hatırladıkça güleceğiz.

Ama yine hatırladıkça hep üzüleceğimiz bir şey daha var ki, o da Hz. Ömer’in cahiliye tablosunu tamamlıyor. Başörtüsü yasağına bir de bu açıdan bakın. Bütün faturası tamamen kadınlara kesilen, onları diri diri makus kaderlerine gömen bir uygulama olduğunu göreceksiniz.”

Aktay’ın bu çarpıcı tespitleri, cahiliyenin modern zamanlara nasıl yansıdığını gerçekten çok güzel anlatıyor ve “modern cahiliye” sıfatını fazlasıyla hak ediyor.

 

***

 

Dünya şişmanlıyor!

Dünyanın her tarafında insanlar şişmanlıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) hazırladığı rapora göre, yaklaşık 6 milyarlık dünya nüfusunun 1,2 milyarı fazla kilolu.

Şişmanlığın büyük bir sağlık sorunu haline geldiğinin belirtildiği raporda, gelişmekte olan ülkelerde yetersiz beslenmeyle şişmanlık sorununun birlikte varolmasının oluşturduğu tezata da dikkat çekiliyor. Şişmanlık sorununun artış nedenlerine değinen Dr. Wilma Friere, nüfusun giderek kırsal kesimden kente göç ettiğini ve kent yaşamının hareketsizliğiyle birlikte de kilo sorununun yaygınlaştığını belirtiyor. Kente göç edenler daha az hareket gerektiren işlerde çalışmaya başlıyor ve kentin ulaşım hizmetlerinin gelişmesine paralel olarak da daha az yürümeyi tercih ediyorlar. Ayrıca kentte yaşayanlar, çok az sebze tüketiyorlar.

Daha kötüsü, Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri küresel olarak yaygınlaşan şişmanlık sorunu karşısında ne yapacaklarını bilemediklerini söylüyorlar.

Tüm bunlardan açıkça ortaya çıkan gerçek şu ki, Rabbimiz bedenimizi hareketsizliğe uygun şekilde yaratmamış. Bu beden sağlıklı olacaksa hareket edecek, yediklerinin karşılığını enerji harcayarak verecek. Sadece günde beş vakit namaz kılmanın bile, bu anlamda, beden sağlığımızı korumada ne kadar faydalı olduğu ortada.

Kısacası, reklâmlarla özendirildiğimiz konforlu hayat, sağlıklı bir hayatın baş düşmanı. Kalp, damar ve solunum sistemi hastalıkları, diyabet, hatta depresyon gibi rahatsızlıkların temelinde hareketsiz konfora ayarlanmış bir hayat tarzı geliyor.

 

***

 

“Lafla peynir gemisi yürümez, ama siyaset gemisi haydi haydi!…”

— Cenap Şehabettin

 

***

 

Sema ticaretleşmemeli!

Bu uyarı, Uluslararası Mevlana Sempozyumu’na katılan Prof. Dr. Walter Feldman’a ait. Feldman, ‘The Mevlevi Sema Ceremony’ başlığıyla UNESCO’ya sunulan ve kabul edilen projenin mimarlarından biri, ABD’li müzikolog ve aynı zamanda Türkolog. Otuz yılı aşkın süredir klasik Türk müziğiyle ilgili araştırmalar yapıyor ve Türk müziği hakkında pek çok kitabı bulunuyor.

Feldman’a göre sema ticarileşmemeli. Hele ehil olmayan ellerde diskolarda, kliplerde ve mağaza açılışlarında sema gösterisinin özüne uygun olmayan şekilde icra edilmesi, Mevlevî kültürünü yozlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. Çünkü Mevlevî müziğiyle birlikte yapılan sema ayini, sadece bir dua değil, Allah’a karşı bir yakarış. O bakımdan, Mevlevîhane’de yapılması daha uygun.

Bununla birlikte, Feldman kültürün dışarı açılması ve anlatılması adına yurtdışında ehil kişiler, yani Mevlevîliği yaşayan ve özüne vakıf insanlar tarafından icra edilen sema gösterilerini olumlu karşılıyor.

 

***

 

“Boyadılar koca duvarı

rengârenk yazılarla doldurdular

elinde gazoz şişesiyle

bir de gülen kız resmi çizdiler

ağzı bir karış açık

oysa duvarın dibinde

ağlıyordu sarmaşık.”

— Sunay Akın, hayatımızın her karesini kuşatan reklâmların bizi “yaratılış eserleri”ne bakmaktan nasıl alıkoyduğunu çarpıcı biçimde şiire döküyor.