TR EN

Dil Seçin

Ara

İlâhî Ödül Sistemi: Sevaplar-Günahlar

Acaba hiç düşündük mü, neden sevaplar ve günahlar var? Niçin belli amellere belirli miktarda sevap karşılık geliyor? Ya da belli amellere karşılık bir miktar tayin edilmiyor? Müslümanlar amellerini sevapları için mi, yoksa daha kamil bir kavrayışla mı yapmalı? Tüm bunların faydası ve hikmeti nedir?

Bazen meseleyi en başından bir yere bağlamak en iyi yoldur.

Bu meseleyi de “bir terbiye edici olarak Rab” kavramını öne çıkarıp merkeze oturtmak en iyisi. Diğer tanrı algılamalarında galiba eksik kalan bir nokta bu. Onlar, Allah’ı isim ve sıfatlarıyla zihinlerinde netleştiremedikleri için, pek çok şeyi anlamakta zorlanıyorlar.

İslâm düşüncesinde bunların oldukça net olduğu söylenebilir. Mesela, Rab ismiyle bakıldığında, insan ve Rab ilişkisi, bir terbiye sürecinden başka bir şey değildir. Darlık ve bolluk vermek suretiyle Rab şu yeryüzü hayatında kesintisiz bir biçimde insanları tebiye eder. Bolluk verir şükür ister, darlık verir sabır. Sabrı gösterene bolluk ihsan eder. Bolluğa şükredene, nimetini ziyadeleştirir. Ama illa bolluğun da darlığın da O’ndan olduğunun bilinmesini ister.

Esas nokta budur. Bu açıdan bakıldığında, tüm yeryüzü hayatı bir terbiyegâh, bir okuldur. Sevap ve günahlar da işte bu okulda alınan notlardır. İyi ameller sahibinin not defterine sevap, kötü ameller ise günah olarak döner. En sonunda kurulacak Terazi başında tartılacak olan da bu sevap ve günahlardır.

İyi bir Müslüman, sevap olan amelleri yapmaya çalışır, günah olanlardan ise uzak durmaya. Fakat o sevapları, ticaret mantığı içinde, kendisine birtakım faydalar getireceği için işlemez. Asıl maksadı, o sevapları işlemek suretiyle, Rabbinin rızasını kazanmaktır. Yani, Rabbinin rızasını kazanmak için o sevapları işler. Bu yönüyle bakıldığında, ödül Müslüman için sebep değil, sonuçtur; amaç değil, bir motivasyon sebebidir. En büyük ödül olan cennet bile, bu anlamda, hakiki mü’minler için en büyük hedef olarak telakki edilemez.

Bununla birlikte, ilk terbiye döneminde, derslerine çalışan bir öğrenciye bisiklet gibi bir ödülün vaat edilmesi onun da bunun için ciddi çalışması gibi, bir mü’minin belli bir süre hedefini cennet olarak koymasında bir beis yoktur. Sonrasında nasıl ki bizzat ders çalışmanın kendisi öğrenci için zevk yerine geçtiği gibi, mü’min için de bizzat Rabbi razı edici davranışları işlemek zevkli hâle gelir. Hatta zamanla, yapıp-ettikleriyle Rabbini razı ediyor olduğu hissinden kaynaklanan ulvî zevk, mü’min için cennetten bile tatlı hâle gelir. Ve Yunus Emre’de dile geldiği gibi Cemalullah ile kavuşma arzusuna dönüşür:

     Cennet cennet dedikleri

     Birkaç köşk ile birkaç huri

     İsteyene ver onları

     Bana Seni gerek Seni.

Sevap ve günah, bir insanın kendisini Rab karşısında kul kabul etmesinden sonra devreye girer. Yani sevap ve günahlar Allah’a iman etmiş kullar içindir. Kalbe iman düşürülünce, kul Rabbini kendisinden razı etmek ister. “Rabbim ne yapayım da seni kendimden razı edeyim.” diye sorar. Hatta bu amaçla neyi yapması, neyi yapmaması gerektiğinin kendisine bildirilmesine ihtiyaç duyar. Nitekim, yeni Müslüman olmuş sahabelerin ve bedevîlerin Peygamberimize gelip, “Şu işi yapmada günah var mı?”, “Şöyle şöyle yapsam, cennete girer miyim?” şeklinde sordukları sorular, temelde dini doğru biçimde öğrenmeye yönelik olmakla birlikte, aynı zamanda Rabbin rızasının nerede olduğunu anlama çabası olarak da okunabilir.

Bu açıdan bakıldığında, sevaplar ve günahlar, mü’min için Allah rızası için yapılması gerekenler ile yapılmaması gerekenlerin çerçevesini belirler. Önemli olan, işin bu yanıdır. Yoksa, cennetin etiket fiyatı değildir sevaplar.

Hasılı, İslâm dini, gayesinden koparılmış ve araçsallaştırılmış bir ödül sistemini benimsemez. Her bir amelin bir sevap, on sevap, yirmi sevap, yüz sevap, bin sevap.. gibi birebir kesinkes belirlenmiş bir ödül karşılığının olmaması, bunun bir delilidir. Her bir amelin birebir tespiti ve ilanının yapılmamış olması, kulların niyet ve amellerinde miktarı belli sevapları elde etmeye kilitlenmemeleri içindir. Çünkü öncelikli olan, Allah’ı memnun etme ve O’nun da bizden memnun olmasını istemedir. Kendi nefsimize de sorsak, çocuğumuzun bizi memnun etmeyi aklına bile getirmeden sırf ona vaat ettiğimiz ödüllerin peşinde koşmasını yahut akşam eve geldiğimizde eşimizin sadece getirdiklerimizle ilgilemesini arzu etmeyeceğimizi, bunun bizi inciteceğini biliriz.

Öte taraftan, dinimizde sevaplar arasında belli oranlar vardır. Örneğin, cemaatle namaz, tek başına kılınan namaza göre yirmi yedi derece daha sevaptır. Bu bir oran ifadesidir. O yirmi yedi derecenin tam olarak ne kadar sevaba denk geldiğini biz bilmiyoruz. Yine, Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Aşağı yukarı 80 yıla denk gelen bu süre, yine bir oran ifade eder. Bir başka örnek, Ramazan ayında okunan Kur’an harflerinin sair vakitlere göre kat kat sevap olmasıdır. Aynı şekilde belli vakitlerde okunan dua ve sureler de sair vakitlere göre daha sevaptır ve yine oran (kat) ifade eder.

Burada kast edilen maksadın “yönlendirme” olduğu açıkça görülmektedir. Rabbimiz, ameller arasında bir mertebe ve hiyerarşi oluşturarak, bizi doğru zamanda doğru işi yapmaya ‘yönlendirmektedir.’

Örneğin, Ramazan ayında tutulan oruç ibadeti için, bu ibadete riya karışmayacağı için “Onun ecri bana aittir” buyruluyor; yüksek bir sevap vaat ediliyor. Dolayısıyla, biz Ramazan ayında oruç tutmaya yönlendirilmiş oluyoruz. Farz-ı muhal, Ramazan ayı gelse ve biz oruç tutmasak, onun yerinde bu ayda elli vakit namaz kılsak, doğru bir iş yapmış olmayız. Çünkü Rabbimiz, bizi o ayda elli vakit namaza değil, oruç tutmaya yönlendiriyor, ondan razı olacağını beyan ediyor. Oruç tuttuktan sonra elli vakit namaz kılınmasına da bir şey denmiyor tabi.

Ayrıca bunun ferde bakan yönü olduğu gibi, topluma bakan yönü de vardır. İslâm’da ferdî olduğu kadar topluluk olarak da yapılması gereken ibadetler vardır. Eğer sevaplar ile Rabbanî bir yönlendirme olmasa idi, ibadet ve amelde birliktelik ve cemaat ruhu asla sağlanamazdı. Sevaplar arasında mertebe yoluyla yapılan yönlendirme, sadece zamanda değil, mekânda da bir düzenleme yapılabilmesine imkân tanır.

Özetle, bazı sevap ve günahların oransal da olsa belirlenmiş olması, mü’minlerin kendilerini bir şekilde içinde bulabilecekleri ‘hâl’lerin dindeki yeri ve değerini bilme ihtiyacını karşılar. Örneğin, kanser hastalığına yakalanmış bir mü’mini ele alalım. Hastalığın verdiği dehşetin pençesinde kıvranan bu mü’min yahut mü’mineye, hastalığa karşı O’ndan gelene rıza duygusu içinde sabır gösterdiği takdirde bir şehid sevabı verileceği müjdesinin yerini ne doldurabilir? Bu müjde sayesinde o mü’min, içinde bulunduğu durumun kendisi için mutlak bir zarar ve felâket olmadığını, bilakis bir kazanç olduğunu öğrenmiş olmaktadır.

Dolayısıyla bazı sevap ve günahın bu şekilde belirlenmesinde, doğrudan Rabbin şefkat ve rahmetinin hissesi vardır. O şefkat ve rahmet, söz gelimi hastalığa sabredene nasıl bir mükafat verileceğini açıklamayı gerektirir. Yine, o şefkat ve rahmet, ahirzamanda yeterince sevap işleyemeyen mü’minlere günahlardan sakınmak suretiyle de amel defterlerini güzel notlarla doldurabilecekleri müjdesini vermeyi gerektirir. Ki durum budur.

Sonuç olarak, ilâhî ödül sistemi olarak sevaplar ve günahlar, hem doğru zamanda doğru işi yapmaya, belki aynı zamanda daha güzelini daha doğrusunu yapmaya yönlendirir; hem de içinde bulunulan insanî hallerin değer ve konumunu gösterir. Ama sevaplar ve günahlar, asla gayeden kopartılıp araçsallaştırılamaz.

Tüm bunlardan sonra, İslâm’da ödül meselesine ‘bir sistem’ demek de herhalde doğru olmaz. Zira İslâm’da ödül meselesi, ana gövde bakımından hiç de sistematik değildir aslında. Söz gelimi, Sevgili Peygamberimizin aktardığı bir meselde, sırf ayakkabısıyla bir kediciğe su verdiği için bir kadının cenneti hak ettiği rivayet edilmiştir.

Bu da gösteriyor ki, sevabı küçük ya da büyük gösterilebilen bir eylemin içine, kişinin koyduğu ihlasın büyüklüğü, onun o eylemini bizim bildiğimizin çok üstünde ilâhî takdire mazhar kılabilir. Önemli olan, en temelde, yaptığımızı ihlaslı bir şekilde yapmak, söylediğimizi ihlaslı bir şekilde söylemek, her hâlimize ihlasın hakim olmasına çalışmaktır.

Amelinde Allah rızası olan bir mü’mine ne kadar sevap vereceğini ise en iyi, hazinesi sonsuz olan Rabbimiz bilir!