TR EN

Dil Seçin

Ara

“Te Pito Te Henua” Dünyanın Sonu

M. S. 400lü yıllarda, Polinezya Adalarının birisinden iki kanoyla hareket eden Hotu Matua ve ailesi belki bir salgın hastalık, belki bir savaş ve belki bir saldırıdan kaçmak düşüncesiyle uçsuz bucaksız okyanusa açılmışlardı. Sayıları 20 civarındaydı. Aylar süren macera dolu bir deniz yolculuğundan sonra, tek insanın dahi yaşamadığı küçük bir adaya ayak bastılar.

Ada bu ilk gelen aile için bir hayli genişti ve çok zengin kaynaklarla doluydu. Üç tane sönmüş volkanı vardı. Buna karşılık, özellikle kıyı kesimlerinde palmiye ağaçlarından oluşan bir orman bulunuyordu.

20 kişilik ada nüfusu hızla arttı. Önce bir klan, sonra klanlar oluştu. Her bir klana bağlı insanlar arasında bir görev dağılımı, bir hiyerarşi gerçekleştirildi. Yaklaşık bin yıl içinde, ada nüfusu, bazı araştırmacılara göre 7 bin, bazılarına göre ise 10 bine ulaşırken; çok yönlü bir sosyal yapı ve çok farklı özelliklere sahip bir uygarlık ortaya çıktı.1

Adanın kaynakları çok sınırlıydı ve bu küçük ada doğal kaynaklar açısından tehlike sinyalleri vermeye başlamıştı. Çünkü insanlar ada imkânlarını hesapsızca tüketmişlerdi.

Her şeyden önce, yaklaşık bin yıl boyunca, ada sakinleri ellerindeki tek ürün olan patatesi daha fazla yetiştirebilmek için sürekli olarak yeni tarım alanları açtılar. Bunun için ilk buldukları çare, adanın sınırlı olan bitki örtüsünü yok etmek oldu. Ardından yine sınırlı olan ormanlara yöneldiler.

Ev ve barınak yapımında, soğuk geçen mevsimlerde ısınmak için ve denizlerde avlanmada kullanılan kanoların yapımında hep kereste kullanıldı. Üstelik kesilen ağaçların yerine yenilerinin dikilmesi hiç düşünülmedi.

Ağaçların en çok kullanıldığı bir yer daha vardı: Moailerin taşınması.

 

MOAİLER VE ORMANLAR

Clive Pontingin A Green History of the World isimli kitabında aktarılan bilgilere göre, ada insanı, geçimini sağlamak için fazla çalışmıyordu. Zaten çalışmaya da ihtiyaç duymuyordu. Çünkü tek yetiştirebildikleri patatesti ve o da çok kolay yetişiyordu. Bu yüzden insanların ellerinde bol bol zamanları vardı. Bu zaman bolluğu ada sakinlerini adada en çok bulunan şeye, yani sert kayalara yöneltti. Heykeltraşlık zaman içinde Paskalya Adası halkı arasında en saygın bir meslek haline geldi. Pek çok heykeltraş yetişti ve bu heykeltraşlar hiç işsiz kalmadılar. Büyük kütleler hâlinde bulunan kayalardan heykeller yapmaya başladılar.

Tonlarca ağırlığındaki taşlar uzun zaman alan çalışmalar sonucu yontuluyor ve tamamlanan dev insan heykelleri kilometrelerce uzaklara taşınıyordu. Bu heykellerin taşınması için kullanılan temel araç ise yine ağaçlardı.

 

AZALAN KAYNAKLAR

Adanın en değerli hazinesi olan ormanlar, uzun süre hesapsızca tüketildi. Adanın ekolojik dengesinin bozulması ada sakinlerinin de sonunu hazırlıyordu. ABDli uzman Prof. Jared Diamond, Discover dergisinin 68. sayısında yayınlanan Easters End” başlıklı yazısında, adadaki hayvansal yaşamın nasıl sona erdiğini şöyle anlatır:

Adadaki hayvan türlerinin yok edilmesi tıpkı ormanların yok edilmesi kadar acımasızca gerçekleştirildi. Neredeyse kuş türlerinden böcek türlerine kadar her şeyi yok ettiler.”

Ormanlar azaldıkça, zaten sınırlı olan toprak örtüsü erozyon tehlikesiyle yüz yüze geldi, insanlar artık en kolay besin kaynaklarından mahrum kalmışlardı. Üstelik ormanların yok olmasıyla artık ne ağaçtan evler inşa edebiliyor, ne de denize açılıp balık avlayabilecekleri sağlam ve uzun kanolar yapabiliyorlardı. Böylece ada halkı, kendi elleriyle kendilerini bu küçük adaya mahkûm etmiş oldu.

 

KANLI SAVAŞLAR

1600lü yıllara gelindiğinde Paskalya Adası, kanlı savaşlara sahne oluyordu Elde kalan son kaynakları ele geçirmek arzusuyla yanıp tutuşan klanlar birbiriyle kıyasıya çarpışıyordu. Ada üzerinde tam bir kaos durumu hakimdi. Güçlü olanın sözü geçiyor, güçsüze hayat hakkı tanınmıyordu.

Bir süre sonra ada üzerinde uğruna savaş verilecek hiçbir besin kaynağı kalmadı. Bunun üzerine açlık tehlikesiyle karşılaşan farklı klanlar, adadaki en son besin kaynağına yöneldiler: Rakip klanlardan ele geçirilen esirler. 

Aynı anne-babadan türeyen insanlar, gözleri dönmüş bir vaziyette ellerine geçirdikleri rakiplerini yemeye başladılar. Prof. Jared Diamonda göre, hâlâ varlığını sürdürebilen klanların yerleşim yerlerinde, insan kemiklerinden tümsekler oluşmaya başlamıştı.

Ada üzerinde yamyamlık sayesinde bir süre daha varlığını sürdüren insanlar, salgın hastalıklarla boğuşmaya başladılar.

Pasifik Okyanusu’nun uçsuz bucaksız derinliğinde küçük bir leke” gibi duran Paskalya Adası üzerinde, bir uygarlık böylece son nefeslerini veriyordu. Hastalıktan kıvranan ve çaresizce ölümü bekleyen az sayıdaki ada insanıyla birlikte, koca bir uygarlık can çekişiyordu.

 

KÜÇÜK ADADAN BÜYÜK DERSLER

Günümüzden yaklaşık 16 asır önce adaya, ailesiyle birlikte ilk ayak basan Hotu Matuanın bu mini adaya verdiği isim Te Pito Te Henua,”2 yani Dünyanın Sonu” idi. Günümüzdeki karşılığı “Easter Island,” yani Paskalya Adası olan adaya bu ismin verilişi tesadüf değildi elbette. Hepsinden önce, adanın ilk sakinleri okyanusta belki aylarca ölüm kalım mücadelesi vermişlerdi. Günümüzde bile ancak çok ayrıntılı haritalarda yer verilen adanın yüzölçümü sadece 240 km2 idi ve en yakın insan barındıran yer, 2250 km. uzaklıkta yer alan Pitcairn Adası’ydı.

Norveçli tarihçi Thor Heyerdahlin tanımladığı gibi bu ada, dünya üzerindeki konumu görünmeyecek kadar küçük bir lekeyi andırıyordu ve ada üzerinde yaşayanların görebildikleri en yakın komşu gökyüzündeki ay ve yıldızlardı.3

Türkçe karşılığı “Dünyanın Sonu” olan ada üzerinde yaşanan ibret dolu gelişmeler, günümüz insanı için de, ismiyle müsemmâ olacak özellikler taşıyor. Ada hakkında araştırmalar yapan uzmanların her birisi, Dünyamızın Sonu” hakkında çok çarpıcı dersler ve sonuçlar ortaya koyuyor.

Sosyal bilimci Prof. Jared Diamond, 25 Ekim 1995 tarihli San Diago-Union dergisinde yayınlanan Easter Island Tells Tale of Warning” başlıklı yazısında, Paskalya Adasında kurulan ve trajik bir şekilde tarih sayfalarında yerini alan uygarlık ile günümüz dünya uygarlığı arasında paralellik kuruyor ve şöyle diyor:

Paskalya Adası dünyamızın küçük bir örneği idi. Bugün hızla azalan kaynaklara karşılık dünya nüfusu hızla artıyor. Paskalya Adası sakinleri uçsuz bucaksız bir okyanusla kuşatılmıştı ve okyanusu aşıp kurtulma imkânı bulamamışlardı. Aynı şekilde günümüz dünyasındaki insanlar da dünyanın dışında başka bir gezegene gidip kurtulma imkânına sahip değiller. Kısaca tıpkı Paskalya Adasının insanları gibi, günümüz uygarlığını kuranlar, üzerinde yaşadığımız dünya adasının üzerinde kendi sonlarını hazırlıyorlar.”

Ne dersiniz? Acaba şu minik dünya adasının; daha doğrusu üzerinde yaşayan insanlığın sonu ve akıbetiyle ilgili zihninizde bir şeyler belirdi mi?

 

Kaynaklar:

1 - http://www.mnforsustain.org /ponting_c_the_lessons_of_easter_island.htm

2- William J. Thomson, Te Pito Te Henua, Or Easter Island, (Gözden geçirilmiş baskı) Washington, 2003

3- Thor Heyerdahl, Aku-Aku: The Secret of Easter Island, New York, 1958