Gündelik hayatta pek çok şey arasında
bir seçim yapmamız gerekiyor.
Seçim yapabilmenin özgürlük ve özerkliğimizin bir göstergesi
olduğunu düşünüyoruz. Seçimin açık ve güçlü bir araçsal değeri var:
İnsanların ihtiyaç duydukları ve istedikleri şeyleri
elde etmelerine imkân veriyor.
Seçme özgürlüğü, aynı zamanda ifade edici bir değere de sahip. Yani seçimlerimiz, dünyaya kim olduğumuzu ve nelere değer verdiğimizi göstermenin bir aracı. Yaptığımız her seçim, özerkliğimizin ve kendi kendimizi belirleme duygumuzun bir ifadesi.
Kendimizi iyi hissetmenin yollarından birisi de, çevremiz üzerinde denetim sahibi olduğumuzu düşünmek. Bu düşünce, çaresizlik duygusundan kurtulmamızı sağlar. O halde, sadece seçim yapma imkânımızın olmadığı durumlar için çaresizlik söz konusudur. Ancak seçim yapabilmekledir ki, hayatın gidişatına etkin olarak katılmış oluruz.
Mutluluk, bir süredir psikoloji biliminin ilgisini çeken bir kavram. Yapılan araştırmalar, kişi başına düşen milli gelirin yoksulluk sınırından orta halli yaşama düzeyine yükselmesiyle birlikte, zenginliğin mutluluk üzerindeki etkisinin azaldığını gösteriyor. Dolayısıyla örneğin Japonya Polonya’dan on kat daha zengin olmasına rağmen, Polonya’da da en az Japonya’daki kadar mutlu insan bulunmakta. Bu durumu, aynı ulusun zaman içindeki zenginleşmesini dikkate aldığımızda da görüyoruz: Amerika’da zenginlik 40 yıl içinde 5 kat daha artmış olmasına rağmen bunun insanların mutluluğu üzerinde anlamlı bir etkisi görülmüyor.
…
Para değilse, mutluluğu sağlayan şey ne?
Mutluluğu sağlayan en önemli etken, yakın sosyal ilişkiler. Öznel iyilik hissini, diğer insanlara duyduğumuz bağlılıktan devşiriyoruz. Mutlu olmakla toplumsal bağlılık, bağlanabilme, dostluk kurabilme arasında bir ilişki var. “Kalpten kalbe bir yol var” ve işte o yol, insanları mutlu ediyor.
Son yıllarda yapılan bazı sosyal psikoloji çalışmalarında, maddi refahtaki artışın öznel iyilik hissini beraberinde getirmediği vurgulanıyor. Hatta tam tersine, günümüzde mutluluk ve esenlikte, kayda değer bir azalmanın yaşandığı iddia ediliyor. Yaşantımıza dair pek çok seçim ile karşı karşıyayız; bu hepimiz için aşırı bir yük. Ayrıca hazır bir kimliği benimsemek yerine, modern dünyada artık kendimize yeni bir kimlik üretmek veya keşfetmek durumundayız.
Günümüzde artan refah ve özgürlüğe karşın, bir bedel olarak, sosyal ilişkilerimizin niceliğinde ve niteliğinde azalma yaşıyoruz. Daha çok kazanıp daha çok harcıyor, fakat diğer insanlarla daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman, mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır.
…
Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapadursun, zamanla ilgili sınırlılıklarımız giderek artıyor. Modern uygarlık, “eşyadan yana zengin, zamandan yana yoksul” bireyler üretiyor.
Anlamlı sosyal ilişkiler kurmak ve sürdürmek, arzu etmesek bile, bu ilişkiler tarafından sınırlanmayı kabullenmemizi gerektirir. İnsanlara bağlandığımızda seçeneklerimiz sınırlanır. Canımız her istediğinde çekip gidemeyiz, hesap vermemiz gereken bir merci ve sorumluluk hissettiğimiz insanlar vardır.
Ekonomik pazarda kişiler tatmin olmadıklarında, terk etmeyi, bırakıp gitmeyi tercih ederler: Eğer bir lokantanın hizmetinden memnun kalmazsak bir daha ortaya gitmeyiz ve sorun biter. Günümüzde “kullan-at” kültürü insan ilişkilerine de sirayet etmiş olmakla birlikte, sevdiklerimizi, dostlarımızı sorun çıktığında öyle bir lokantayı terk eder gibi kolaylıkla bırakıp gidemeyiz; tam tersine sıkıntılarımızı dillendirmek, sorunları çözmek için çabalamak gerekir. Çabalarımız sonuçsuz kalsa da, denemeye devam ederiz. Terk etme ve bırakıp gitme, en son başvurulacak çözümlerdir.
Hayatın her alanında gittikçe daha çok seçim fırsatına sahip olmak, aslında fark ettiğimizden daha çok kaygı üretiyor. Seçmek zorunda kalmak bazen iradeleri felç ediyor. Bolluk, seçmeye harcanan mesaiyle yakın insan ilişkilerinden çalıyor. Böylece özgürlüğün köleliğine yakalanmış oluyoruz. Aralarında seçim yapabileceğimiz o kadar çok şey var ki, insan olmaya ayırdığımız zaman azalıyor. Seçme şansı çok, ama mutluluk az.