YÖK üyesi Prof. Halis Ayhan: “Din eğitimi ana okulunda başlamalı!”
Din eğitim ve öğretimi; din adına doğru olan bilgilerin, inananlarına yeterli ve zamanında verilmesi anlayışı üzerine kuruludur. Zamanından önce veya sonra veya geç kalarak öğretirseniz anlamı olmaz. Çocuk ne zaman istiyorsa o zaman din eğitimi yapmak lazımdır. Fakat ne acıdır ki Türkiye’mizde 11 yaşından önce, ilköğretim dördüncü sınıftan önce din eğitim ve öğretimi yapamıyoruz. Bugünkü eğitim anlayışında deniyor ki; 4-5 yaşından itibaren çocuklara, hangi konuya ne zaman ilgi duyuyorlarsa, o konuyu o zaman anlatmamız gerekir. Yani öğrenme merkezli eğitimden bahsediyoruz. Bugün bu bilgiler bile bile gizleniyor, yanlış bilgiler ileri sürülerek, 11 yaşından önce din bilgisi vermeyelim, çocuklara zararlı olabilir gibi görüşler ifade ediliyor.
Bugün gelinen noktada eğitim psikolojisi üzerinde, çocuk psikolojisi üzerine çalışan bütün batılı eğitim bilimcileri bir noktada buluşmuşlar. Diyorlar ki: çocuk ne zaman, hangi yaşta hangi konuyu soruyorsa, hangi konuya ilgi duyuyorsa kime soruyorsa, (annesine babasına ya da öğretmenine) o yaştan itibaren, ona doğru bilgi vermek lazım. Sözgelimi, din eğitimine bir örnek verelim: 4 yaşındaki çocuk çevresinde olup bitenleri aktif bir şekilde algılar mı? Evet algılar. Ezan okunurken çocuk anne babasına “nedir bu?” diye sormaz mı? Ramazan geldiği zaman, “Niçin öğleyin yemek yemiyoruz, oruç tutuyoruz, neden oruç tutuyorsunuz, ezanın anlamı ne?” şeklinde sorular sormaz mı? Çocuk bunu ne zaman sorar? 11-12 yaşlarında mı ilgi duyar bu konulara, yoksa 3-4 yaşında mı ilgi duyar? Çevresinde olup biten konulara aktif bir şekilde karışması yaşı diyoruz buna. Çocuk gelişimi üzerine çalışanlar; çocukların bu tür soruları 3-4 yaşlarında sormaya başladıklarını söylerler. Öğrenme merkezli eğitim önemli. Son 50 yılda gelinen nokta budur. Din eğitimi ve öğretimine de o yaşlardan itibaren başlanması gerekiyor.
***
Nasıl köşe yazarı olunur?
Bir gazetede iyi bir köşe yazarı mı olmak istiyorsunuz? O zaman şu altın kurallara kulak verin:
• Size verilmiş köşeden “benim köşem,” yazınızın bulunduğu sayfadan da “benim sayfam” diye bahsetmeyin. Bizlerin olan bir şey yok burada, bizler sadece kiracıyız.
• Başka bir yazar sizi eleştirdiğinde veya saldırdığında sakın ha hemen ağlamaya başlayıp otoritelere şikâyete koşmayın. Elinde yazma imkânı bulunan bir insanın kendisi aleyhine yazı yazdı diye başka bir yazarı mahkemeye vermesi utanılacak bir şeydir.
• İyi bir yazarsanız herkesin sizi sevmesi mümkün değildir. Sadece sevenleri olan bir yazar, yazar değildir.
• Halkı severek de, halktan nefret ederek de iyi yazar olunmaz. Halkı dikkate almak, ama hakkın hatırını ondan âli tutmak lâzımdır.
• Hayatı ve kendinizi çok ciddiye almayın, böyle davrananlar yazı-mazı yazamazlar veya yazsalar da ancak mektup yazabilirler.
• Hayatı ciddiye almamak laubalilik değildir. Bunun böyle olduğunu sananlar da yazar olamazlar.
• Kendisiyle kimsenin ilgilenmediğinden şikâyet eden bir insan, karakter olarak yazarlığa müsait değildir. Yazarlık, insanı bir parça yalnızlığa iten bir meslektir. Kendince bir hakikati sadece kendisi için bile olsa dillendirmiş olmak, iyi bir yazar için tatmin vesilesidir.
• Yazarlık işinin de bir sonu vardır. İlla da başkalarının size artık yazamadığınızı söylemesini beklemeyin, iyi yazarsanız iyi de bir okuyucu olmalısınız, kendi yazınızı okuduğunda tatmin olmuyorsanız işi noktalamanın zamanı çoktan gelmiş demektir.
***
Ramazan’a özel sıcak sıcak!
Yok hayır, sıcak Ramazan pidesinden bahsetmiyoruz. Bazı medya organlarının İslâm’ı çağrıştıran bir gün, ay ya da bayram söz konusu olduğunda, düğmeye basılmış gibi, bir yerlerden bulup devşirdiği “asılsız haberler’den bahsediyoruz. Bu yıl medya dünyasında genel olarak Ramazan ayının kudsiyetine saygı gösterildiğini gözlemlemiş olsak da, yine de “Basında Güven” logolu bir gazetenin sayfalarına asılsız haberleri döşemesine kendi iç kontrol mekanizmasıyla engel olamadığı görüldü.
“Zemzem suyunda kanserojen madde” “Ders kitabında abdest hurafesi” “Liseli gençler Ramazan da içki içen kişiyi öldürdü” asılsız haber başlıklarından birkaçı.
Ama bu yıl, geçen yıllara göre farklı bir şey oldu. İletişim teknolojilerinin gelişmesi ve haber şirketlerinin sayısının artmasıyla birlikte, artık öyle kolay kolay asılsız haber yapmak mümkün olmuyor. Söz konusu gazetenin yaptığı haberlerin peşine düşen bir haber kuruluşu, zemzem suyunda kanserojen madde haberinin yalan olduğunu, abdestin beden sağlığına iyi geldiğini hurafe diye niteleyip ertesi gün suyun şifalı etkileri diye aynı gazetede haber yapıldığını, liseli gençlerin ise içki içtiği için değil, önlerini kesip kendilerinden haraç almak istediği için o kişiyi öldürdüklerini habere konu olan kaynaklara inerek ispat etti.
Şimdi bu durumu nasıl anlamalı?
Herhalde bazı gazete ve gazeteciler yılların verdiği alışkanlığı hemen bir günde bırakamıyorlar. Alışkanlığın getirdiği zorlamayla da, olmayan haberleri kafalarında kurup ya da mevcut haberleri çarpıtarak istedikleri hâle sokuyorlar. Fakat devir değişti. Ve bu yeni devre, gazetelerin de üstelik kendi çıkarları gereği uymaları gerekiyor. Hele “Basında Güven” diye bir logo taşıyorlar ise!
***
“Kim Rabbin mumunu üflerse,
o mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.”
— Hz. Mevlânâ
***
İslâm inancının dayanma gücü hayret verici!
Bu sözler Patrick J. Buchanan isimli Batılı bir gazeteci-yorumcuya ait. Lübnan Savaşı’nın hemen ertesinde Washington Post gazetesinde yer alan yorumunda Buchanan, İslâm’ın gidişatıyla ilgili içinde yaşayan biz Müslümanlar için fark edilmesi ilk planda kolay olmayan çok önemli tespitlere yer vermiş yazısında:
“Bizim düşmana [İslâm dünyasına] yönelik saldırılarımızın hepsinde ana fikir, onları değişmeye zorlamaktı. Müslümanlar tek bir Allah’a inanıyorlar, Muhammed’in [asm] peygamber olduğuna, İslâm’ın ve Kur’ân’a itaatin cennete giden tek yol olduğuna, dindar bir toplumun şeriat kurallarına göre yönetilmesi gerektiğine inanıyorlar. Başka pek çok yolu denedikten sonra şimdi hepsi de tekrar İslâm’a yöneliyor.”
“...Hakikaten, İslâm inancının dayanma gücü hayret verici. İslâm, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı bozgunlardan ve yenilgilerden sonra halifeliğin kaldırılmasından da alnının akıyla çıkmasını bildi. Batılı tarzda idare edilmelerine karşın yeni kuşaklarda canlılığını korudu. Mısır’da, Irak’ta, Libya’da, Etiyopya’da ve İran’da Batı yanlısı diktatörlerden daha uzun yaşadı. İslâm, komünizm tehlikesini kolaylıkla savuşturdu, 1967’de Nasır yönetiminde ayakta kaldı ve Arafat ve Saddam milliyetçiliğinden çok daha dayanıklı olduğunu kanıtladı. Şimdi de dünyanın son süpergücüne karşı direniyor.”
“...Mücadeleci İslâm’ın cazibesi nedir? Bu cazibe her şeyden önce onun mesajında: Başka her şey bizi başarısızlığa uğrattıysa, niçin Allah’ın bize verdiği iman ve hukukla yaşamayalım?”
“... Eğer İslâm hükümleri Müslüman çoğunluğu kendine bağlayan bir fikir ise, en güçlü ordu bile bunu nasıl durdurabilir?”
Patrich J. Buchanan’ın bu tespitleri önemli bir noktaya işaret ediyor aslında:
İslâm, bu dinin sahibi olan Allah'ın koruması altında. Ve bu koruma ve sahip olduğu hakikat dolayısıyla, hangi zalim güç olursa olsun tarih sahnesinde onun karşısında acı bir yenilgi tatmaya mahkûm görünüyor. Güçlü olduğu zaman da, en güçsüz göründüğü zamanda da, bu dinin ilerleyişini ve gelişmesini sürdürmesinin başka nasıl bir izahı olabilir ki? Zaten önemli olan, İslâm’ın bize değil, bizim İslâm’a ne kadar lâyık olabildiğimiz; öyle değil mi? İslâm zaten kendi hükmünü kıyamete kadar öyle ya da böyle tarihe kazıyacak çünkü.
***
Apartman hayatı üretimsizleştiriyor
Büyük şehirlere gelip apartmanlarda yaşayalı beri, yaşantımızda çok şey değişti, ama biz galiba bunun yeterince farkına varamadık. Geç de olsa bu konu üzerine eğilen ve önemli fikirler ortaya koyanlar da yok değil neyse ki.
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Prof. Dr. Öcal Oğuz, apartman hayatı üzerine bakın neler diyor:
“Apartmanda kültür paylaşılmaz. Çünkü apartmanda herhangi bir üretim olmaz. İnsanlar bir tüketim makinesi haline gelirler. Örneğin apartmanların arttığı yerlerde büyük marketler de artmaya başlar.”
“Avrupa’da apartmanlarda yoksul kesimler yaşamaktadır. Apartmanlar asla doğru bir yaşam alanı değildir. Olsa olsa geçici çözüm olarak değerlendirilebilirler. Apartmanlar, içine aldığı insanları patırtı kütürtü içindeki bir yaşamın da içine çekerler.”
“Apartmanda selamlaşma, bayramlaşma, kurban kesme, misafir, komşuluk konularında da ilerleme değil, gerileme yaşanır.”
Prof. Oğuz’un sözlerini, İngiltere’de birkaç yıl önce Manchester sanayi şehrinde eskiden işçiler için yapılmış apartmaların yıkılıp yerlerine bir iki katlı evlerin yapıldığı haberiyle birlikte okuduğumuzda, çözümün hangi noktada olduğu da kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Siz iyisi mi, ayağınızın yerden fazla yükselmesine daima tereddütle yaklaşmaya bakın.
***
“Tesettür, erkeğin gözünü örter;
kadının gözünü değil.”
—Abdülhakim Murad
***
Bir piliç, karşıdan karşıya niçin geçer?
EFLATUN: İyiliği için. Gerçek, öteki taraftadır.
ARİSTO: Karşıdan karşıya geçmek piliçin doğasıdır.
KARL MARX: Tarihsel olarak kaçınılmazdı.
M. LUTHER KING: Tüm piliçlerin, nedenini açıklamak zorunda kalmadan özgürce karşıdan karşıya geçtikleri bir dünya düşlüyorum.
SIGMUND FREUD: Piliçin karşıdan karşıya geçmesiyle ilgilenmeniz, sizde güçlü bir cinsel güvensizlik duygusunu ele vermektedir.
GALILEO: Ben geçmiyor desem bile piliç karşıdan karşıya geçiyor.
EINSTEIN: Piliçin yolun karşısına geçmesi ya da yolun piliçin ayakları altında yer değiştirmesi, tümüyle sizin gösterdiğiniz referansa bağlıdır.
S. DEMİREL: Karşıdan karşıya geçmekle yollar aşınmaz.
A. NECDET SEZER: Karşıya geçtiği nokta kamusal alansa, başörtülü geçemez.