Şehirlere göçlerle beraber geniş aile parçalandı. Sanki kabuğu ve yenilir kısımlarından soyundu ve çekirdek aile’ye dönüştü. Anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile, bir açıdan, aile kurumunun şehir karşısında kendini yeniden biçimlemesiydi.
Ucundan kıyısından birazcık felsefe tarihine aşina olanlar, felsefecilerin ilginç kişiler olduklarını iyi bilirler. Gündelik hayat düzeyinde insanların hiç de problem etmeyecekleri pek çok şey, onların yanında birdenbire acayip problemlere dönüşüverir.
Meselâ, siz sabah kalkıp üzerinde kahvaltı yaptığınız masayı sorun etmezsiniz. Ama felsefecinin eline düştüğünde bir masanın uçuk bir sorunun konusu oluvermesi an meselesidir. “Bir masayı masa yapan şey nedir?” ya da “Bir masa, kendisini oluşturan cüzlerden ne kadarını kaybedene kadar masa olmaya devam eder?” gibi soruları, ancak bir felsefeci sorar.
Doğrusu, aileyi ve günden güne sayısı artan parçalanmış aileleri düşündüğümde trajikomik ama aklıma buna benzer sorular geliyor: “Bir aile kendisini oluşturan cüzlerden ne kadarını kaybedene kadar aile olmaya devam eder? Meselâ tek ebeveynli bir aile, gerçekten ne kadar ailedir; ya da bir aile midir sahiden?”
Aslında son yıllarda aile sadece ülkemizde değil, dünyanın pek çok yerinde kırmızı alarm veriyor. Ailenin bir kurum olarak yıpranışının en evvel yaşandığı Batılı ülkeler, son 10-15 yıldır aileyi yeniden yapılandırmaya dönük gayretler sergiliyorlar. Fakat henüz ciddi bir aşama kaydedemedikleri sadece istatistiklerden değil, Hollywood’un son dönemlerde çektiği filmlerden de anlaşılıyor.
Benim hemen aklıma 2000 yılında çekilmiş olan ‘American Beauty’ adlı film geliyor. Filmde, meşhur ‘Amerikan rüyası’ tarifine uygun bir Amerikalı aile konu ediliyordu. Yaşadıkları şartlar göz önüne alındığında bu ailenin mutlu olmaması için hiçbir sebep yoktu. Her Amerikalının rüyasını gördüğü güzel bir evleri, iyi gelir getiren bir işleri ve arabaları vardı. Gelgelelim, bütün bunlara sahip olmalarına rağmen aile mutlu değildi.
Çünkü ailenin ortak bir ideali yoktu. Aileyi bir arada tutacak ortak bir zemin, ortak bir referans sistemi yoktu. Amerikan kültürünün sonuna kadar teşvik ettiği ferdiyetçilik, aile üyelerinin her birini kendi dünyası içinde yaşamaya itmişti. Çocuk okul ile ev arasında mekik dokurken, emlâkçı olan anne kendisini ailesinden ziyade iş hayatı içinde konumlandırmıştı.
Yine Amerikan kültürünün materyalist ve hazcı doğası, ailenin her bir üyesini kendi zevklerinin peşinden gitmesini sonuç veriyordu. Kutsal kabul edilen bir aile kurumu düşüncesi olmadığı için eşler birbirini aldatıyor, çocuk ailesinden yeterli destek göremiyordu. Netice, maddî şartların yeterliliğine rağmen, kimyasıyla birleşip bütünleşmiş bir ailenin bir türlü oluşamamasıydı.
Allah’a çok şükür ki, referanslarımız açısından Amerikalılardan hâlâ çok daha zenginiz. Bir kere, ne kadar modern hayatın yıpratıcılığına maruz kalmış olsak da, hâlâ aileye büyük değer veriyoruz. Aileyi Allah’ın insanlar için tasarladığı mükemmel bir çok-hikmetli birliktelik olarak görüyoruz.
Geriye doğru şöyle bir baktığımızda, biz Müslümanlar için aile, hakikaten hiçbir zaman sadece yatılıp kalkılan, iş yerinden arta kalan vakitlerin geçirildiği, biyolojik anlamda bir sonraki neslin üretildiği, menfaate dayalı bir birliktelik olarak görülmedi. Aileye yüklenen manevî anlam ve değerler hep olageldi.
Kanımca, bizdeki sorun, daha ziyade hızla gelişen ‘zamane şartlar’ karşısında ailenin bu şartlara intibak edememesiyle ilgili. Ailenin şehre intibak edememesi ise bunların başında geliyor. Biz henüz ‘geleneksel aile değerleri’ ile ‘şehrin modern değerleri’ arasında bir uzlaşma sağlamayı başaramadık. Aileyi şehir karşısında başarılı bir şekilde yeniden örgütlemeyi beceremedik.
Bir zamanlar, köy hayatının hâkim olduğu dönemlerde başarılı bir aile modelimiz vardı: ‘Geniş aile modeli.’ Bu aile modelinde, o zamanın yaygın üretim tarzına (tarım) uygunluk arz edecek şekilde, üç kuşak bir arada yaşardı. Toprağa dayalı üretim için, ev içindeki nüfusun kalabalık olması gerekliydi. Bu kalabalık nüfusun idaresinin zorluğuna karşı ise, aile hiyerarşi ve itaati öne çıkarmaktaydı. Belki ferdî irade olumsuz etkileniyordu, ama hiyerarşi o zamanın gerektirdiği kollektif yaşam içinde önemli bir işleve sahipti.
Bugün şehirde yaşayan pek çoğumuzun zihninde ideal olarak hâlâ bu tarz bir aile modelinin geçerliliğini koruduğunu düşünüyorum. Bu aile biçimi, aynı zamanda bize daha İslâmî de gelmektedir. Zira en önemli dinî değerlerden olan itaat, fedakârlık, düzen duygusu, yakın akraba ilişkileri ve daha birçok şey, geniş aile içinde önemli ölçüde hayata geçirilebiliyordu.
Psikolojik açıdan da, geniş aile sosyal derinliğe sahip olduğu için ferdin kişisel gelişimine zenginlik katıyordu. Aileye yeni doğan ferd, kurulu aile düzeni sebebiyle kolayca aidiyet bağı kuruyor; ve ihtiyaç duyduğu psikolojik desteklere rahatlıkla kavuşabiliyordu.
Şehirlere göçlerle beraber geniş aile parçalandı. Sanki kabuğu ve yenilir kısımlarından soyundu ve ‘çekirdek aile’ye dönüştü. Anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile, bir açıdan, aile kurumunun şehir karşısında kendini yeniden biçimlemesiydi.
Fakat bizde bu gelişmeler çok da bilinçli tercihler sonucunda gerçekleşmedi. Ailenin önemi üzerine çok konuşuldu, ama meselâ ‘şehir karşısında aile’, ‘vatandaşlık politikaları karşısında aile’, ‘kurumsal örgütlenme karşısında aile’, ‘eğitim politikaları karşısında aile’ gibi konular pek ele alınmadı. Şehrin bireycilik, bireysel girişim, bireysel menfaat gibi yücelttiği değerler karşısında, ailenin direnç noktaları tespit edilip geliştirilmeye çalışılmadı.
Bütün bunların sonucunda, bugün aile önemli oranda kan kaybediyor. Çekirdek aileler, çekirdek aile olarak kalmakta zorlanıyor; tek ebeveynli ailelerin sayısı giderek artıyor. Evlenme yaşı yükseliyor, evlenme oranları düşüyor, boşanma oranları artıyor. Aldatmalar çoğalıyor, çocuk sorunları çeşitlenerek artıyor. Kadının çalıştığı ailelerde çocuklar aile sıcaklığına hasret kalabiliyor.
Çözüm adına, ailenin önemine inanan insanların bu meseleye daha fazla kafa yormasına ihtiyaç var diye düşünüyorum. Çünkü organik ve manevî bağlarla ayakta duran aileyi, ancak aile ve toplumun manevî ve örfî kuvvetleri düşünür. Ne devlet, ne millet, ne okul, ne iş dünyası aileyi gerçek anlamda düşünemeyeceği gibi çözüm de üretemez.
Meselâ, Almanya’daki gibi devletin çocuk doğurmaya malî destek sağlaması, aileye destekten çok, çocuk yapmanın bir gelir kapısı olarak görülmesini sonuç verir. Veya eğitim sistemi, kanunlarda ne yazarsa yazsın, doğrudan ailenin ahvalini düşünmez; çocukları ferdî bir plânda kendi amaçlarına göre şekillendirmeyi düşünür.
Sonuç olarak, atlanmaması gereken gerçek şu: Aile insanlığın kurduğu en eski ama en vazgeçilmez kurumudur. Sadece neslin devamını sağlamakla kalmaz; gerek erkek gerek kadının olgun birer insan olmalarını sağlayan vasatı oluşturur.
Evet, şehir insanın bireysel kapasitelerini artırır, ama onu kalabalık içinde yalnızlık hissetmekten ve çocukluktan kurtaramaz. Ancak fedakârlık, karşılıklı anlayış, dayanışma ve sorumluluk gerektiren bir aile ortamı içinde insan olgun bir ferd olabilir. Zira imanın kemâl bulması ve Rabbin tecellilerinin idraki, babalık-annelik rolleriyle mümkün olur.
Öyleyse, şehrin mevcut şartları içinde, ferdin kendisini şehrin şartlandırmalarına terk etmesi doğru değildir.
Fakat aynı oranda geniş aileyi geleneksel haliyle yaşatmaya çalışmak da doğru değildir. Bizim şehir ile aile arasında, hem bireysel kapasitelerimizi artırmamıza izin veren, hem de dinî ve geleneksel değerlerimizi yaşamamıza olanak tanıyan bir denge kurmaya ihtiyacımız var.
Aksi takdirde, mevcut durumda olduğu gibi, aile ile şehir birbirinden kopuk ‘ayrık kümeler’ gibi kendilerini kendi içlerinde üretmeye çalışmaya devam ederler. Fakat yine mevcut durumda olduğu gibi, bundan rasyonel niteliğinin baskınlığından ötürü şehir kârlı çıkar.
Benim önerim şu: Çok değer verdiğimiz geniş aile ve onun doğru yanlış bütün ilişki biçimlerini tek ideal ve de İslâmî aile modeli olarak görmekten vazgeçelim. Benim anladığıma göre, İslâm ideal bir devlet modeli sunmadığı gibi, ideal bir aile modeli de sunmaz. Ama anne babanın çocuk üzerinde, çocuğun anne baba üzerinde; kocanın karısı, karının kocası üzerinde hakları olduğunu önemle vurgular. Yani şeklî tanımlardan ziyade, haklar bazında meseleyi ele alır. Keza, komşuluk hakları ve genel olarak insan hakları da bu kabildir.
Şu halde, çözüm ferd plânında olduğu gibi, aile plânında da, dinimizin soyut manevî değerlerini her birimizin kendi içinde iyi tefekkür etmesi ve bunu hayata taşımaya çalışmasından geçmektedir.
Evet, şehirde geleneksel ortamı kaybettik. Ama geleneksel değerleri özümseyecek ve bu zamana taşıyabilecek akıl ve kalp imkânına şükür ki hepimiz sahibiz.
Unutmayalım ki, iman kalbe ilka olunan bir nurdur. O nur o kalbe yerleştikten sonra, mü’min her vasatta kendi rengini bulabilir, her vasata kendi rengini verebilir.
Ne mutlu böyle bir zihinsel rahatlık içinde, himmetini âli tutanlara!