“Bilgimizle birbirimizden ancak pek az farkediliriz.
Ama sınırsız bilgisizliğimiz içinde, hepimiz eşitiz.”
— Yirminci yüzyılın önemli filozoflarından Karl R. Poper’in bu çarpıcı sözü, “bilgi çağı”nın kibirli insanına bir şey ifade ediyor mudur acaba?
***
“Bob”
Bazen gerçekler, bir yönüyle, bir fıkra kadar komik olabilir. Ve bazı fıkralar bazen bir gerçeği fazlasıyla ifşa ederler. Gülmek, arada bir, her zamankinden faydalıdır:
“Başkan Bush, Amerika’da bir okulu ziyaret eder. Selam sabahtan sonra çocuklara, ‘Sorusu olan var mı?’ diye sorar. Ön sıralarda oturan Bob adında bir çocuk söz hakkı isteyerek, “Benim üç sorum olacak.” der ve sorularını sıralar:
1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl başkan oldunuz?
2- Hiroşima’ya atılan atom bombası, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük terör saldırısı değil midir?
3- Hiçbir neden yokken Irak’a neden saldırdınız?
Âniden zil çalar ve çocuklar teneffüse çıkar.
Çocuklar sınıfa döndüklerinde bu kez söz hakkını Tom adında başka bir çocuk alır: “Benim beş tane sorum var?”
1- Seçimlerde daha az oy almanıza rağmen nasıl başkan oldunuz?
2- Hiroşima’ya atılan atom bombası, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük terör saldırısı değil midir?
3- Hiçbir neden yokken Irak’a neden saldırdınız?
4- Teneffüs zili neden 30 dakika erken çaldı?
5- Bob nerede?
***
“NE İLERLEME, NE İLERLEME! KÖLEYDİ BABASI, ROBOT OLDU OĞLU!”
— Brana Cruenic
***
Şöhret
Belli bir şöhreti olmayan insanların çoğu ünlü olmayı arzularlar ve ünlü olmayı istemeyecek tek bir Allah’ın kulu yoktur, diye düşünürler. Bir insanın şöhrete ve onun sağladığı imkânlara sırtını çevirebileceğini tasavvur edemezler. Ne var ki şöhret, benim hayatımı zehir eden etkenlerden biriydi ve elimden gelse ünlü biri olmaktan seve seve vazgeçerdim.
Hayatımı sürdürmemi sağlayan işimin hoşuma gitmeyen taraflarından biri de, yanlış bir hayatı yaşamak zorunda kalmamdı.
İnsanlar ünlü olduğunuzda sizi siz gibi görmüyorlar, kafalarındaki efsanevi kişiyi görüyorlar ki, o efsanevi kişiliğin sizinle uzaktan yakından bir benzerliği olmuyor hiçbir zaman. Çevrenizde geliştirilen efsane yüzünden nefret edilir veya sevilebilirsiniz, öyle ki bu halinizle, size sunulan hayatla, mezarlarından—veya ölüm ilanlarından—sessizce canlanan hortlaklar gibi sonsuza kadar ortalıkla dolanırsınız.
Şöhret söz konusu oldu mu, kadın tüccarlarından başkanlara kadar (her yıl arası biraz daha boşalan, birbirine biraz daha yaklaşan iki uçtur bu) herhangi bir insanın hayatına burunlarını sokmalarına imkân tanınmamasından nefret eden, şehvet konusunda doyumsuz bir iştah taşıyan leş kokulu bir basının yağmalayıcı, sinsi avcılığı ortaya çıkar, istediğini elde edemediği için kafası karmakarışık, öfkeli, küskün bir basındır bu ve en önemli ahlâk ilkesi, “para getiren her şey mübahtır” biçiminde tarif edilen bir kültürün parçası olduğu için hakkınızda hikâyeler uydurmayı çare sayar.
Ben de masum biri değilim: Ben de para için çeşitli şeyler yaptım. Beş para etmez filmler de çevirdim, çünkü onlardan gelecek paraya ihtiyacım vardı.
Bana sağladığı paranın dışında sinema yıldızı olmaktan ayrıca hoşlanıyor muydum?
Yok yok, film yıldızı olmaktan hoşlandığımı hiç sanmıyorum. Kendimi diğer oyunculardan ayrı bir yere koyuyorum. Onları veya yaptıklarını küçümsediğimden değil, ama sadece onların arasında da yer almak istemiyorum, o kadar. Otuz yaşındayken, daha The Wild One filmindeki halim nedeniyle övgüler yağdıran bir mektup yazmış olan, genç bir kadına gönderdiğim mektubumda, kendimle ilgili bazı şeyler yazmıştım:
“Sevgili Cleola... Göndermiş olduğun nazik mektup için sana teşekkür ederim. Koltuklarımı kabarttığımı söyleyebilirim. Ama yine de beni bu kadar övmemeliydin, çünkü ben de senin gibi insanım. Kimi zaman mutluyum, kimi zaman kederli, bazen suskunum, bazen de neşeli.. yani dünyadaki dört milyar insandan ne eksik ne de fazla hiçbir özelliğim yok. Beni olmadığım biri gibi düşünmeni istemem.”
Sonuç olarak, ünlü olmasaydım benim için daha iyi olurdu diyebilirim.
— Geçen ay ölen Oscar Ödülü sahibi oyuncu Marlon Brando, Annemin Öğrettiği Şarkılar adlı otobiyografi kitabında şöhretle ilgili fikirlerini böyle dile getiriyordu.
***
EĞLENCELİ TARİH
JOSEPHINE’NİN ELBİSELERİ
Oburluk yalnız yemekte olmaz. Her şeyin oburları vardır. Mesela Napoleon’un karısı İmparatoriçe Josephine’in elbiseye karşı bitmez tükenmez bir oburluğu vardı. Napoleon ilk zamanlarda pek sesini çıkarmamış, ama sonra terziden gelen faturalar kabardıkça kızmaya başlamış. Günün birinde de dayatmış; ancak terziden gelen faturayı kendisi makûl bulduğu takdirde ödeyeceğini karısına bildirmiş.
Josephine ne yapsın? Elbise yaptırmaya da bir türlü doyamıyor. Terziden gene pek dolgun bir fatura gelince bu sefer Napoleon’a göstermekten korkmuş, Savaş bakanlığına giderek faturanın ordu bütçesinden ödenmesini istemiş. Bakan da ödemezse Napoleon kızar, kendisini işinden atar diye korkmuş, terzi faturalarını ödemeye koyulmuş. Josephine böylelikle bütçenin dibine darı ekmiş ve Fransızlar, rivayete göre, Cenova’yı bu yüzden kaybetmişler.
***
MEHTER TAKIMI CENNETE GİRER Mİ?
Çocuktum daha.. Yeni başlamıştım ilkokula... Festival, yaz aylarının sıradanlığını alt üst etmişti küçük şehrimizde... Şehre mehter takımı gelmişti. Kostümlerinin renk şöleni ile sokaklar karnaval görüntüsüne bürünmüştü bir anda... Fakat ille de o müzik! Trompet seslerinin yaşattığı harikulade duyguların üzerine, kocaman kös davullarının tokmakları iniyordu. Muazzam bir coşkunun kreşendosu ayağa kaldırıyordu şehrin sokaklarını. Bir de benim çocuk yüreğimi...
Koşarak eve gittiğimi hatırlıyorum. Babama sorduğum soru, yarım asrı aşan hayatımın belki de en nahif sorusuydu... En nahif ama cevabını en çok duymak istediğim soru: “Mehter takımı cennete gider mi baba?” Mütedeyyin bir Müslümandı babam... Yanına oturttu ve cennete kimlerin nasıl gidebileceğini anlattı uzun uzun. Sorum tam da istediğim yanıtı almamıştı. Küçük bir düş kırıklığıydı yaşanan... Lâkin ben yine de, adım gibi emindim mehter takımının cennetin kapısını araladığından. Bir çocuk yüreğini bu kadar kabartıp sevindirenler de giremezse cennete, başka kimin hakkı olabilirdi ki gönlü ferah durabilmek cennetin kapısında?
— Ali Kırca, Sabah
***
Ölümü inkâr eden bir uygarlık
Bugünün tüketim uygarlığında ölüm, nadiren doğal bir sürecin kaçınılmaz sonucu olmanın ötesindedir. Olgular dünyasında ölüm de olgulardan bir tanesidir. Ama bütün kavramlarımıza ters düşen öylesine kabul edilmez bir olgudur ki, şu anda hüküm süren ilerleme felsefesi, tıpkı sihirbazın bir parayı avucunun içinde kaybetmesi gibi, ölümü yok olmuş sayar.
Bizim tüketim toplumumuzda her şey sanki ölüm yokmuş gibi işlemektedir. Kimse hesaba katmaz ölümü, her yerde bastırılmıştır o: Politik bildirilerde, reklamlarda, televizyondaki durum komedilerinde ve popüler göreneklerde...
Tüketimci Materyalizm, tek boyutlu bir biçimde şimdiki zaman üzerinde odaklanmasıyla ölümü bastırmaya çalışmamıştır sadece, şimdi de teknolojiyle ölümü “tedavi” etmek gibi Prometheus tarzı bir arzuya saplanmıştır. Bu bana “derhal” cennete ulaşma yolunda nihai bir takıntı gibi geliyor. Şehvet içinde ama bilgiyle dolu ve hayatın sınırlarını kabul ederek yaşayan Epiküros’un Hedeonizminden apayrı, bayağı bir Hedeonizm versiyonu bu.
Korku yüzünden sırtımızı dönüyoruz ölüme ve onun üzerinde düşünmeyi reddetmekle, onunla birlikte bir bütünlük olan hayata zihnimizi kapatıyoruz.
Sonu Olmayan Ölüm adlı şiirinde Jose Gorostiza, görünümlerden oluşan hapishanesinden seslenir bize, ona göre ağaçlar ve düşünceler, taşlar ve heyecanlar, günler ve geceler ve alacakaranlıklar hep birer metafordur sadece renkli kurdelelerdir. Bu görünümleri şekillendiren ve maddeye biçim veren nefes, diye uyarır bizi, onu aşındıran ve çürüten ve yenilgiye uğratan nefesle aynıdır. Şair ölümü inkâr eden bir uygarlığın, sonunda hayatı inkar edeceğini hatırlatmaktadır bize.
— Meksikalı şair ve deneme yazarı Octavio Paz, ölümün, bugünün tüketim uygarlığında nasıl hayattan koparılarak unutturulduğunu böyle tespit ediyor.