Bu iki kavramın ardışıklığını ve birbiriyle ilişkisini vurgulamayı, bir yandan geçen aylarda takip ettiğim insanın duygu bağlamına bakarak diğer yandan da genel bir prensip olarak ele almak istiyorum.
Temel savım şu: Herhangi bağlamda olursa olsun, önce tanzif daha sonra tezyin gelir, temizlik yap(ıl)madan süs/süsleme anlamsız olduğu kadar lüzumsuz ve mantıksızdır da. Temizlemediğiniz, temizliğine dikkat etmediğiniz herhangi bir meselede, nesnede veya olayda süslendirerek kiri örtmeniz mümkün değildir.
Bir örnekle izah edeyim: Bir yapıt düşünün, mesela bir bina, bir daire; içi tamamen kir, pas ve dağınıklık yüzünden kargaşalı bir halde, fakat siz bunu göz önünde bulundurmadan ve göz ardı ederek duvara meşhur bir ressamın çizdiği resmi asıyorsunuz. Umudunuz ise, duvara süs olarak asılan, göz için albenisi bulunan bu resimle evdeki kirin ve pasın örtülmesi. Bunun mümkün olmadığı aşikar. Bu örneği fikrî düzeyde idrak ettiğimiz kadar, amelî boyutta eyleme dönüştürmedikçe tanzif ile tezyin arasındaki gerçek ilişki ve iletişimi anlamamız mümkün değil.
Başka bir benzetmeyle ifade edeyim. Bir kimse, üç aydır duş almamış, yıkanmamış, su ile—sebebi her ne olursa olsun—temas etmemiş, fakat insan içine çıkabilmek için, çıkmadan önce misk ü amber dahi sürünse, bu kimsenin temiz olduğunu vehmetmek, en iyi tabirle vehimden, aslında bir zihin sanrısından öte geçemez. Sadece bu iki örnekten çıkaracağımız ders, temizlenmeden süsün herhangi bir öneminin olmadığıdır.
Tanzif ve tezyinin bu öncelik ve sonralık sıralaması, insan hayatının ve sosyalliğinin ve dahi tabiatın ayakta kalabilmesinin esas şartı olduğu gibi, insanın enfüsî duygu dünyasının doğru düzgün işleyebilmesinin de bir öncülüdür.
Şöyle bir insan düşünelim, ki manevi âlemini her türlü kirden, pasaktan ve kusurdan alıkoymak bir yana, bunları sürekli işlerken, aynı zamanda süs mesabesinde bazı dini eylemlere sarılır. Kişinin kendisi mesela namaz-niyazdan ve tefekkür-ü Sani’den veya tahkiki bir surette marifet-i İlahîye çalışmaktan bihaberken, önüne gelene ‘nasihat etmek iyidir’ kaidesiyle emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkeri ihyaya çalışması, ne kadar lüzumsuz ve gereksiz bir eylemdir, hepimizin malumu. Aynı bunun gibi, insan kendi iç dünyasını kirden, kusurdan istiğfar ile, kusurunu bilmek ile, ayıplarını itiraf ile temizlemedikçe, dışarı karşı bulunduğu amel ve emellerinin ekseriyeti süs mesabesinden öte geçemez. Geçse de, tesiri olmaz; tesiri olsa da muvakkat olur veya karşısındakine sakil ve riyakârane görünür. İnsanın bundan kaçınmasının ilk ve yegâne yolu, daimi bir muhatap addettiği nefsinin ve kendi iç duygu dünyasının temizlenmesine ve temizliğine çalışmasıdır. Ondan sonra teferruata ve amelî ziynetleri ihya etmeye dair meselelere peyderpey nazar edebilir; bu temizlik safhasından önce nazar etmesi, yalnızca tefekkürü kendisinden ötekileştirip ötekinin üzerinde temerküz etmekle kendini kulluk haleti olan daimi tenkitten kurtarır. Bu aslında kaçma ameliyesinden başka bir şey değildir, dürüst olmak gerekirse. Bir Nebî-i Zîşan (asm) ki, günde yetmişten ziyade istiğfar ile meşgul bir halette; tebliğ ve tebyin vazifesiyle muvazzaf olmasına rağmen.
Bu zamanımıza geldiğimizde, zamane şartlarından birisi olan aşırı veya radikal bireyselleşmeyi göz önüne getirdiğimizde ve her birimizin her bir hâletine neredeyse yüzde doksanlık düzeyde nefsimizin nefsaniyet, heva ve heves kiri hükmetmişken, kendimizi kirsiz, kusursuz ve lekesiz görmek anlamına gelecek fiillerden kaçınmalıyız. Bu fiiller ilk olarak fikrî düzeyde başlar, kendini kusursuz zannetmekle devam eder ve en nihayetinde kendisini herkese nasihat edebilme konumunda görmekte sonlanır. Ama kaybettiği ise, kulluğunun gerektirdiği noksanını bilmektir. Evet, bir kimse, önce kul ise, o her zaman kendisi için en kusurludur; kirini atamayanın süse odaklanması, yanıltma ve aldatma mekanizmasından başkası değildir. Bir tür göz boyamaktır bu.
Bu sebeple, mutlak acz, fakr, noksan ve şükür yoluna işaret edilirken, bu her dört mefhumun önce iç temizliğimize taalluk ettiği tesadüf değildir. Gerçek temizliği insan işte tam da bu dört kavramla kendi iç dünyasını temizleyerek temin eder. Güven, güvenilirlik ve emniyet ambiyansı bundan başkasıyla garantilenemez.
Neticede temizlik, temizlenmek, temiz olmak ile süs, süslenmek ve süslü olmak arasındaki bağ, birincisi olmadan ikincisinin varlığının imkansız olmasıdır. İlki olmadığında ve olmadıkça ikincisine sarılmak, göz boyamak ve kişinin kendisini olmadığı yerde(n) göstererek megalomanlaşmasıdır. Bundan kurtulmak istemeyenler için söyleyebileceğim herhangi bir mana yok; fakat kurtulmak niyetinde olanların da bilmesi gereken temel kaide: temizlenmeden süslenemeyiz.
Süslenebilmenin inşaî ilk adımı temizlenmekten geçer, kirlerden arınmaktan ve her bir bireyin kendisinin kirin tam da öbeği, odağı ve merkezi olduğunu idrak etmesinden.
İnsanın kendisinin kirli olduğunu unutmasının nedeni, Kur’ân-ı Hakîm’de insana “nâs” ünvanıyla nidâ edilerek bildirilir. Kirli, kusurlu ve eksik olan insan, nisyandan, unutulmaktan alındığı için, temiz olmadığını unuttukça—ki bu unutmak onun var edilmesinde hayati işleve sahiptir—kirlenir; belli ki, unutulmaktan alınan unutkan olan insanın en büyük züllü kendi kirini unutmasıdır.
Kişinin kendisinin nâs olduğunu unutmamasının ilk belirteci de insanın kendi iç dünyasının bakıma, terbiyeye ve yontulmaya muhtaç olduğunu hatırlamamasıdır. Sonuçta tahliye ve tahliye arasında hayatî öneme sahip fiil, unutmaktır; veya müsbet manasıyla ifade edersem, hatırlamaktır. Her hatırlamamak cürümdür, maliyeti ise yine unutmak ve hatırlamak arasında yalpalamaktır.