TR EN

Dil Seçin

Ara

“Yanlış Hayat Doğru Yaşanamaz”

Çoktan uyandığı halde, sanki yüzlerce yıldır bilmediği bir yerde birikmiş uykusuzluğun ve yine yüzlerce yıl süren derin, ama içinde masumiyet barındırmayan bir uykunun birlikte olanca ağırlığıyla üzerine yüklendiği kişi, bir ateş topuna dönmüş yatağında artık kaldıramayacağı kadar ağırlaşmış vücudunu, kafasının içindeki patlamaların yol açtığı, kasılmış uzuvlarının hızla boşalmasıyla aynı anda ölümcül bir refleksi andıran savrulmalar biçiminde sağa sola döndürürken, huzursuzluğun dehşete yakınlaştığı çizgide gezinen ruhunu teskin edebilmekten ne kadar uzaksa, kendini içinde bulunduğu durumdan kurtarabilecek bir ayaklanma”dan o kadar uzaktır. Yalnızca vicdanlarına karşı savaşanlarda rastlanacağı gibi berbat bir durumdadır. Kişinin savaştığı şeyi vicdan olarak adlandırabilseydik bu berbat durumu nihai bir umut olarak görebilirdik. Ne var ki kişinin, saldırısına maruz kaldığı, çoktandır doğrunun ve hakikatin tarafını tutan özgür bir ‘ses’ değildir. O daha çok, yanlış bir hayatın sürdürülebilirliğini teminat altına alan, dünyanın işleyiş biçiminde görünen, cisimleşmediği yerde bile kendini sezdiren dehşete ayarlanmış bir ikaz mekanizmasıdır.

Kişiyi daha gözlerini açtığı anda yakalayan ve onu dışarıda cehennemî bir hızla akan gündelik hayatın içine ‘koşmaya’ kışkırtan ses, yitirilmiş şeylerin gazabı ve yitirileceklerin tehdidiyle doludur. Onu kıvrandıran sezgi, tam da koşup kaçması gerektiği halde donup kalmış bir avın gözlerinde büyüyen korkuyla akrabadır.

Geçen yüzyılın önemli düşünürlerinden biri, Adorno, ‘koşma’nın, güvenlik bahsinde bir şeyin eksik olduğu ve yaşamın gemi azıya almış güçlerinden kaçılması gerektiği gerçeğini görünür kıldığını” söylerken bunu, dünyanın aldığı yeni biçimin belirlediği bir karakter, ama insanın davranışlarını yönlendiren arkaik denebilecek korkunun ‘fısıltısı’ olarak da ortaya koymuştu: Bütün adımlarımızı her zaman sessizce yöneten o tarih öncesi güç de kişiye ‘koş!’ diye bağırıldığı anda duyulur kılar kendiniannesinin üst katta unuttuğu cüzdanı kapıp gelmek zorundaki çocuğun da, polisin bir öldürme bahanesi bulmak amacıyla ‘hadi kaç!’ diye fısıldadığı tutuklunun da çok iyi tanıdığı bir ses.”

Kişiye yatağında eşlik eden ses, işte yaşadığımız zamanların ruhuna sinmiş o tuhaf korkunun havasını taşıyan sesle aynıdır ve uğursuzca fısıldamaktadır: Koş!

Adorno’nun dehasıyla sezdiği, dünyanın savaş sonrası almakta olduğu yeni görünümün ve bütün insanî değerlerin çözülmeye uğradığı veya anlamsızlaştığı bir toplumsal yapılanmanın acımasız dayatması altında, hayat diye bildiğimiz şeyin ve ona bakışımızın hayatın olmadığını gizleyen bir ideoloji”ye dönüştüğüydü. Her iki dünya savaşını da doğuran ekonomi-politiğin giderek daha da yoğunlaştırdığı dehşet havası, bu kaçınılmazdı, Adorno’nun yanlış hayat” olarak adlandırdığı pratiğin içinde solunacaktı bundan böyle.

Bugün için hâlâ şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Yanlış hayat, dehşetle özdeştir. Hayatın Kutsal” dan koparılması ve böylece bir nitelik konusu olmaktan çıkarılmasıyla; sayılabilir, biriktirilebilir olanın egemenliğinin sorgusuz sualsiz kabulü sonucu gözden çıkarılabilecek bir şeye dönüşmesiyle birlikte, o artık özel alandan toplumsal alana kadar görünür olduğu her yerde dehşetin sahnesidir.

Şimdi herkes daha fazla güvenlik talep ediyor, çünkü dünya en zenginlerden en yoksullara kadar kimsenin kendini güvende hissedemeyeceği bir biçim almıştır ve söz konusu olan yalnızca sonu gelmeyen savaşlar, işgaller, terör, felâket düzeyine yaklaşmış küresel iklim değişiklikleri, açlık, sömürülen kaynaklar, etnik temizlikler(!), silah sektörüne akıtılan akıl almaz düzeydeki rakamlar, ulus-ötesi şirketlere peşkeş çekilen millî servetler, tahrip edilen yerleşim alanları, gelir adaletsizliğinin yol açtığı sefalet ve tehditler değildir. Dehşeti asıl büyüten ve evimizin içine taşıyan” şey, maddî ilişkiler zincirinin bütünüyle katılaştırdığı bir dünyada, ekonomik çıkarlarının peşinde kendi katılaşmasını tamamlayacağı bir yeteneğe sahip olmanın neredeyse hepimiz için hayatî bir ehemmiyet kazanmış olmasıdır. Dünyanın işleyişine gösterdiğimiz uyum büyüleyicidir ve gerçekte, uyum gösterme hususunda bir isteksizlik bile tek başına bir anlam taşımaz. Hindli yazar Arundhati Roy, “Çoğumuz dünyanın işleyiş biçiminden dolayı tuzağa düşmüş durumdayız. Hepimizin elleri kirli.” derken gündelik hayatımızda yaptığımız en basit bir işlemin, dünyanın işleyiş biçiminden ayrı düşmeyeceğine işaret ediyordu: Masumiyet diye bir şey yok ve herhangi birimizin mükemmel olması ya da sistemden bütünüyle ayrı durması hiçbir anlam ifade etmiyor. Eğer bir bankaya para yatırırsam, bu para bomba ve barajların yapımına harcanacak (Roy, ülkesinde çokuluslu enerji şirketlerine para akıtmaktan başka amaç taşımayan ve milyonlarca insanın yerleşim alanlarından sürülmesi anlamına gelen, hükümetin enerji politikalarını kastediyor). Vergi ödediğim zaman, gerçekleşmesine karşı olduğum projelere yatırım yapmış oluyorum.”

Roy, dünyanın işleyiş biçimine dair bilinçlenmenin bile tek başına bir çare sunmadığını ortaya koyarken Adorno’nun yargısını haklı çıkarıyor: Yanlış hayat, doğru yaşanamaz.”

Maddî üretim sürecinin peşi sıra sürüklenen ve belki tümüyle tüketim nesnelerinin bolluğu, çeşitliliği ve zenginliği ile zehirli bir haz ekonomisinin konusu olabilen hayat, onu yaşama biçimine nüfuz eden dehşet büyüdükçe, vazgeçilmezliğini de sağlamlaştırıyor. Her kaza daha hızlı yol almanın, her yıkım daha çok inşa etmenin, her katliam daha fazla silahlanmanın, her kriz daha çok çalışmanın bahanesi olarak korkunun hizmetine koşuluyor. Yüzlerce yıllık ömrü olan bir yalan, kendisini hakikat gibi sunabilme yeteneğini kazanmış durumda ve tereddüte bile tahammülü yok. O, sürekli kulağımıza fısıldıyor: Koş!

Bulanık dürtülerin tahakkümü altında koşuyoruz. Sonumuza dair netleşmiş bir görüntüyle yüzleşecek cesarete sahip değiliz, çünkü “bu hayat” vazgeçemeyeceğimiz bir şey artık. Ondan daha değerli bir şeyimizin olmadığına inandırıldık çoktan ve her yere yayılan dehşet, hayatımızın, durduğumuz takdirde parçalanıp gideceğini acımasızca hatırlatıyor.

İşin tuhaf bir yanı da, bir zamanlar insana yaşamanın coşkusunu hissettiren ne varsa bu hayatın dışına itilmiş ya da bu hayata uyumlu yeni bir mahiyet kazanmış olmasıdır:

Hepimiz mutluluğu arıyoruz. Onu aradığımız şeyler, bu dünyanın bir parçasıdırlar. Mutluluk, satılabilir bir özellik taşımaktadır ve onu vaat eden her ürün ve ilişkinin içinde bir tasarım olarak dolaşımdadır. Bir kartpostal gibi donuk, cansız, daha çok uzaktan uzağa kendini andıran bir şeydir.

Hepimiz sevgiyi arıyoruz. Dünyanın bu biçimiyle o, hayli zamandır metalaşmanın kurbanıdır ve varolduğunun tek kanıtı, yalnızca ondan çok söz ediliyor olmasıdır. Herhangi bir menfaatin zehirlemediği, karşılıksız, fedakârca sevmenin modern insan için nostaljik bir tadı vardır elbette, ama sözgelimi bir aşk filminin acıklı sahnesinde kolaylıkla akıveren gözyaşları hayatını saran zırhı delemez. Kendi katılığının esiri olan insan, gerçek sevginin Allah için sevmek” olduğu hakikatine de yabancıdır.

Hepimiz bilgiyi arıyoruz. Ama o, kuru bir tıkırtıyla işliyor artık. Nerede hayatın kadim sırlarına duyulan merak? Nerede bir tuşa dokunarak ulaşılamayan, sadece bu sebeple bile, bir tuşa dokunarak ulaşamayacağımız için değeri ölçülemeyen hikmete ateşli tutku? Bir kelebeğin rengârenk kanatları mı heyecanlandırıyor bizi, ağaçların sessizce büyümesine mi hayret ediyoruz, yatağında akan nehirlerin coşkulu mutluluğuna mı şaşırıyoruz, bulutların üstümüzden geçişi mi kalbimizi titretiyor, okyanusların derinliği mi ürpertiyor içimizi, başı göğe değen dağların yüksekliği mi başımızı döndürüyor? Yoksa bilgiden anladığımız, kriz dönemlerinde hangi pozisyonu almanın akılcı sonuçlar doğuracağı gibi konularla mı sınırlıdır?

Hepimiz özgürlüğü arıyoruz. Dünyanın işleyiş biçimi, her şey gibi onu da bedeli maddî birikimle karşılanabilen bir ayrıcalığa indirgemiştir. İşlerini yoluna koymuş bir iş adamının rüzgâra yelken açmasında görülen ehlileştirilmiş bir tarzın dışında, özgürlüğü hatırlatacak her tavır ve tercih, peşinen yersiz yurtsuzlarınkine benzer bir cezalandırmayı çağırır.

Kurallarını, değerlerini, önceliklerini kapitalizmin belirlediği toplumsal yapılanmanın içinde, hayatlarımıza biçilen rol, kendini tükettiği bir koşu olmanın dışına çıkmayacaktır hiçbir şekilde. Bunca maddî üretime rağmen giderek daha da derinleşen yoksulluğun, artan adaletsizliğin ve her insanın kendi hayatına dair taşıdığı endişelerin yol açacağı bir çözülme, tarihin akışı içinde daha insanî bir hayat adına yeni bir imkân doğurabilir belki. Ama bu, insanlığın Kutsal”a yeniden dönüşü gerçekleşmeden başarılamayacaktır. Çünkü kendine niçin yaşadığını sormayan, nasıl yaşayacağına dair son sözü söyleyemeyecektir.