TR EN

Dil Seçin

Ara

Büyük Buluşmalara Yalnız Gidilir

Büyük Buluşmalara Yalnız Gidilir

Selim Gündüzalp abimizi vefatının yıl dönümünde hasretle ve dualarımızla yâd ediyoruz.

Mevsim sonbahar...

Aylardan Eylül...

Gönül, ey gönül...

Yine dertli bu gönül...

...

Ey gönül unutma!..

Bir yere yaz bunu.

Ölümün eşiğinden yalnız geçilir...

Unutma!..

Büyük buluşmalara yalnız gidilir...

...

Mahzun duruşundan belli.

Gelenden geçenden.

Bir haber sorar gibi...

Masum bakışından belli.

Geçen günleri arayışından belli.

Belli ki; giden ömrüne yanıyorsun...

Belli ki, geçen gençliğini arıyorsun...

Belli, besbelli...

Kaç nefes kalmış ömürden geriye?

Acaba kaç nefes?

İlahî bir sırdır o...

Yaşayan hiç kimsenin bundan haberi yok.

Kaldı ki, şimdilerde onu pek merak eden de yok...

...

Uzakta zannederiz...

Oysa ne kadar yakındır her şey.

Işık gibi, nur gibi...

Nur’un gölgesi olmaz ki...

Her an içinde yaşarız, hava gibi...

Her an içinde yüzeriz, deniz gibi...

Haberimiz olmaz...

Ölüm de böyledir...

O, hayatın içindedir.

Uzakta zannederiz.

Oysa ne kadar yakındır.

...

Bu dünyada, çok da oyalanmaya gelmez...

Birden karşımıza çıkınca kim bilir ne yaparız o da bilinmez.

Nereden geldin de denilmez.

O son demde ölüme de sual sorulmaz.

İşi olan, sağda solda oyalanmaz.

Çocuğu olanın, bir gözü beşiktedir.

Misafir bekleyenin, bir kulağı eşiktedir.

Çok sürmez... Bir gün beklenen çıka gelir...

Aslında daha gelmeden evvel bize epey işaretler göndermiştir: ağaran saçlar, titreyen eller, bükülen beller...

Hep birer işarettir ondan, birer habercidir.

Ve bir gün kapı çalınır...

Karşımızdadır işte o misafir.

Ne hazırladıysak...

Ve nasıl hazırlandıysak onunla gideriz, onunla çıkarız, bu son yolculuğumuza...

Bu misafir başkadır...

Kalmaya değil, almaya gelir...

Yalnız gelse de yalnız gitmez...

...

Ey gönül!..

Unutma!

Bir yere yaz bunu...

Ölümün eşiğinden yalnız geçilir...

Unutma!..

Büyük buluşmalara yalnız gidilir...

...

Ömrün, ‘en’leri olmuş ne çıkar...

Ebedi hayata hazırlığın olmadıktan sonra,

Bin yıl yaşasan ne çıkar!

Ömrü, sana verenin uğrunda,

Yaşamadıktan sonra...

O ömürden ne çıkar!..

...

Ömürden bir elli yıl desen...

Ne ki?

Bir an gibi zaten...

Yüzyıl desen ne ki?..

Göz açıp kapaması gibi geçiyor günler, aylar ve yıllar...

Bir şimşeğin parlaması gibi geçiyor ömürler...

...

Hani verdiğimiz bir söz vardı Rabbimize...

Hani unutmayacaktık o sözü...

Ne oldu böyle bize?

Ne ettik, o güzelim ömrümüze?

Ne ettik; neyi, nerede kaybettik?

...

Mevsim sonbahar...

Aylardan Eylül...

Yine dertli bu gönül...

Yine dertli...

...

Acıkınca yemek lezzetli gelir.

Susayınca su tatlı gelir.

Ama yine de ne yemek, ne de içmek doyurur bizi…

Hiç bir şey bizi kandırmaz bu dünyada; hiç bir şey…

Biz kendimizi kandırırız, bu fani dünya ile…

...

Eğilir sulara bakarız...

Ve elimize düşen yapraklara…

Aynalara bakarız...

Sorarız...

“Nerede yitirdim gençliğimi, nerede tükettim ömrümü?” diye sorarız...

...

Su kendi yolunda akar...

Ecel insanın koynunda yatar...

Uyur sanma sakın... Vaktini bekler.

Bu dünyada ölümsüz hayat yok...

...

Ecel ne acele eder, ne de gecikir...

Bu hep böyledir...

Olması gereken olur...

Ölmesi gereken ölür...

Kırk yıl taun olsa...

Vadesi gelen ölür...

...

Öyle olur, böyle olur...

Kaderde yazılan olur...

Önünde ve sonunda

Hep Allah’ın dediği olur...

...

Mevsim sonbahar...

Aylardan Eylül...

Yine dertli bu gönül...

Yine dertli...

...

Ey gönül!..

Unutma!

Bunu bir yere yaz…

Ölümün eşiğinden yalnız geçilir...

Unutma!

Büyük buluşmalara yalnız gidilir...

...

Ey nefsim!..

Bilmediğin yok maşallah.

Her şeyden haberdarsın amma ebedî ömürden ne haber?..

Bak, kimseler demedi deme...

Sorarlar bir gün;

“Ebedî hayattan ne haber?..”

Sanma ki sormayacaklar...

Sanma ki demeyecekler...

Ve bir gün derlerse;

“Matematik, fizik çok iyi ama hayat bilgisi çok zayıf...”

Derlerse, ne dersin?

...

Neye elini atsan, kanıyor yaran...

Dinmiyor hasretin, bitmiyor hevesin...

Haylaz bir çocuk gibisin...

Güller, bahçende boynu bükük duruyor;

Sen ise, hep dikenlerin peşindesin...

Gelip geçici, fani arzuların izindesin...

Ey nefsim bir bak hele...

Bunca zamandır ne geçti eline...

Kalbindeki yara berelerden başka...

Ne kaldı fani zevklerin ardından...

Havada dağılıp uçan dumandan başka...

Ne bıraktı günahların sana...

Çöldeki serap gibi hazdan başka...

Elinde ne kaldı geride...

...

Yine zarardasın, yine ziyandasın...

Yine gölgelerin peşindesin...

Yine gamdasın, yine kederdesin...

Nedir acep, nedir derdin senin?

Malın mıdır ki bu dünya...

Yok yere hüzünlenirsin...

Niye olurlar dururken, olmazların peşindesin...

Madem dünya durmuyor, geçip gidiyor...

O halde sen de geç, senden geçenden...

Sahiplenmeye kalkma...

Misafirsin...

Beraberinde götirmediğin bir şeye bel bağlama...

Madem her şey burada kalacak...

Ve sen ne yaşadıysan onunla beraber gideceksin...

Öyleyse güzel yaşa, güzelliklerle git…

Ey gönül!..

Unutma!

“Büyük buluşmalara, yalnız gidilir...”

Unutma!

Bu dünyadan, yolumuz bir defa geçecek...

Unutma!

Yalan dünyadır bu, aldanma...

Kanma; sonunda yanma...

Bir lezzetin içinde, bin elemin karıştığı cilveli bir âlemdir burası...

Bu dünyaya her gün doğan çoktur ama,

Doğmak değil; niçin doğduğunu bilmek hünerdir…

...

Mevsim sonbahar...

Aylardan eylül...

Gönül, ey gönül!..

Yine dertli bu gönül…

Güneşin ışıkları salkım söğütlerin, incir ve iğdelerin arasından süzülüyor...

Zarifçe, narince...

Güneşi görünce rahmeti hatırlarım.

Sonsuz Rahmet sahibine sığınınca korkularım biter…

Yalnız değilim…

Madem yolcuyum, yolcu yolunda gerek.

Büyük buluşmalara, yalnız gidilir...