TR EN

Dil Seçin

Ara

Şahitlik Etmek, Şahitlerden Olmak

Şahitlik Etmek, Şahitlerden Olmak

Evet, şahit olmakla sınanıyoruz. Bir kötülük gördüğünde eliyle düzelten, buna gücü yetmiyorsa diliyle haksızlığa karşı çıkan, buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz edenlerden isek eyvallah...

İki coğrafya, çocuklar, iki renk…

 

Çocuk ve beyaz…

Lapa lapa yağan kar… İnsanlar eliyle ise pasa bulaşan yeryüzü pamuk pamuk gökten indirilen beyazlıkla örtünsün ve her biri sanat harikası olan kar taneleri ile gözlere gönüllere ferahlık olsun diye serpiştiriliyor sanki. Sanal dünyaya kendilerini bağlayan zincirleri kırmayı başaran çocuklar soluğu dışarıda alıyorlar. Soğukmuş. Kimin umurunda? Karın tadını çıkarmak var şimdi. Doğal hayatı kar üzerinden tecrübe etmenin mutluluğu okunuyor yüzlerinden. Göğe çevrilen yüzleri, açılan avuçları kar taneleriyle buluşuyor. Temizlik ve saflığın iki temsilcisinin buluşması bu adeta. Gülmek, oynamak çocuklara ne kadar da yakışıyor.

 

Çocuk ve kırmızı…

Hemen yanı başımızdaki bir coğrafyada, harita üzerine çizilen ancak yüreklerimize konamayan sınırların ötesinde olduğu varsayılan bir diyarda ise bombalardır, füzelerdir çocukların üzerine gökten yağan. Ve o diyarın çocuklarının dünyaları kan kırmızıya boyanmaktadır yüzlerini görmedikleri büyükler eliyle. Anne baba kuzusu oldukları düşünülmeden ölüm kusan teknolojiyle kurban edilen minik yavrular… Yüzlerinde korku, dehşet, çaresizlik… En çok da çocukların dünyasına uzak düşmesi gerekmiyor mu tüm bu kötülüklerin? O yürekler, o bedenler nasıl kaldırsın bunca yükü?

Okul kapısının önü kalabalık… Çocuklarını almaya gelen veliler bunlar. Bir yandan trafik, bir yandan kötü niyetli insanların tuzakları olabilir düşüncesi. Anneler, babalar, dedeler, nineler, onlar müsait değilse komşu teyzeler toplayıp götürüyor evlerine çocukları. Güvenle yuvalarına ulaşsınlar diye. Çantalar dahi küçük omuzlara bırakılmıyor. “Yorgundur ben alayım yükünü” diyor büyükler. “Biz daha uzak yola yayan gidip gelirdik ama evlada kıyılmıyor” diyorlar ciğerparelerinin elinden sımsıkı tutarak. Çocuklarda güven, emniyet hissi. Nazlanmaya, şımarmaya hatta kapris yapmaya yol bulma çabasında kimileri, hazır nazını çeken birilerini yanı başlarında bulmuşken…

Ödevler yapılacak, dershaneye yetişilecek. Anneler çocuklarından daha telaşlı ve heyecanlı hatta. Zamanında yapamadıklarını onlarda olsun görmek istiyorlar. Beslenmesine dikkat etmeli, giyim kuşamda başkalarından geri kalmasın, dersleri çok iyi olsun, iyi yerlere gelsin. Hayat bu koşturmaca içinde sürüp gidiyor. Nasıl da alışmışız rutin hayatlara. Tıkır tıkır işleyecek zannediyoruz hep. Hele de ötelere dair ufkumuzu yitirmişsek nasıl da aldatıyor yalan dünyanın oyuncakları bizi.

...

Okuldan çıkan çocuklar korku ve dehşetle birbirine sokulmuş etraflarına bakıyorlar. Ne olduğunu anlayabildiler mi acaba? Okul sonrası eve gitmek, karnını doyurmak, dinlenmek, anneye nazlanmak vardı belki akıllarında. Çocuk işte… Daha ne hesapları olabilir ki günlük hayata dair? Hem onların füzeler bombalar eşliğinde yaşanan korku ve telaştan aldıkları pay yetişkinlerle mukayese edilebilir mi hiç? Minik yüreklerinde kaç ölçekli depremler yaşadıklarını kim bilebilir? Dünü ve bugünü ellerinden çalınmış bu çocuklar yarınları nasıl inşa edecekler? Onların hayal kurmalarına dahi izin vermek istemiyorlar bugünkü dehşetin failleri.

Biz fosforu kimya derslerinde elementler tablosundan bilirdik sadece. Okulumuzda fen laboratuarı olmadığı için kendisini görmüşlüğümüz de yoktu. Kırtasiye araç gereçlerinin alabildiğine çeşitlendiği ve renklendiği günümüzde ise fosfor denildiğinde çağrıştırdığı ilk şey albenili kalemler oluyor en çok. Hani okumalarımız sırasında bazı satırların önemine binaen üzerinden geçtiğimiz fosforlu kalemler. “Bu satırlara dikkat et” demenin parlak renklerle ifadesi bu.

 

Savaş coğrafyasındaki insanlar için ise fosfor, bombalar halinde hayatlarını alt üst eden bir karabasan anlamına geliyor. Onları en savunmasız bir halde yakalayan… Yakan, yıkan… Önce gökyüzünü aydınlatan bir patlama, sonra şehri kaplayan bir duman ve dehşet...  Üzerinden fosforlu kalemle geçilen kitap satırları misali tüm şehirler arasında “Gazze’ye, Halep’e,  Musul’a dikkat!” mesajı yazılıyor göğe adeta. Görmeyen, görmezden gelen, kulak tıkayan insanlara ve insanlığa. “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesildiyse, diğerine sağır” ne yazık ki. Daha ne olmalı ne yaşanmalı vicdanların harekete geçmesi için?

Hastaneler kalabalık her zamanki gibi. Doktorlar da hastalar da şikâyetçi hallerinden.

Biraz ateşi yükselen yavrusunu kapmış gelmiş acile anne babası. Sabahı bekleyememişler. Var mı öyle can parçası ağrı ve ateşliyken hiçbir şey yapmadan durmak. Anne baba olmak böyle bir şey işte. Doktorlar ise daha acil hastalar arasında bunların ne işi var diye soran gözlerle ilgilenmeye çalışıyorlar küçük yavruyla. Muayene, nöbetçi eczaneden alınan ilaçlar, eve dönüş. Yorgun ve telaşlı bir gece. Ama olsun. Yeter ki evlat iyi olsun.

 

Bombardıman gürültüsü ve telaşı altında hizmet verilmeye çalışılan bir hastane. Elektrik, su, ilaç kısıtlı. Gruplar halinde yaralılar taşınıyor her yaştan. Anne babalar minik bedenlerinden kan damlayan yavrularını yetiştirmeye çalışıyorlar kucaklarında. Yatak bulmak ne mümkün. Bir yavrucuk yere yatırılmış, vücuduna takılan hortumlarda kan akışını izliyorsunuz. Doktor müdahale ederken gözleri tavana çakılmış gık demiyor. Başına gelenlere anlam verecek yaşta değil belki ama bu yaşa gelene kadar zaten ateş çemberinde terbiye edilen ruhunun pek çok yetişkinden daha olgun olduğunun ifadesi sanki dirayeti.

Bir yanda yaşadıklarımız, diğer yanda şahit olduklarımız. Ve şahitliğimiz kendimize çevirtiyor gözlerimizi. Başkalarına konuşmak yerine kendimize yöneltiyoruz kelimelerimizi. Hani biz sınavlardan geçtiğimizi zannetmekteydik. Sabretmeye, dayanmaya çalışmaktaydık zorluk bildiklerimize. Biriktirdiklerimiz vardı yüreğimizin ücra bir köşesinde sakladığımız sır sandığında. O sandık açılıverse şimdi mesela. Üzüntülerimiz, hayal kırıklıklarımız, yarım kalmışlıklar, yutulmaya çalışılan öfkeler, “bu dünyadan göçerken benimle gelsin” dediğimiz ne varsa sökün etse bir bir. Karşımıza dikilip yüzleşmek isteseler bizle. Onlara ve bugün şahit olduğumuz manzaraya baktığımızda payımıza düşen utanmak olacaktır büyük bir ihtimalle. Bir yanda rahatından ve belki konforundan eksilmeler, diğer yanda savaş ve alt üst olmuş hayatlar! Bir yanda belki nefse haddini ve Rabbini bildirecek yoksunluklar, sınırlanmalar, diğer yanda can korkusu ve ölümler! Sabır mı, şükür mü, kıymet bilmezlik mi, nankörlük mü bizden yansıyan?

...

Evet, şahit olmakla sınanıyoruz. Bir kötülük gördüğünde eliyle düzelten, buna gücü yetmiyorsa diliyle haksızlığa karşı çıkan, buna da gücü yetmiyorsa kalben buğz edenlerden isek eyvallah. Savaş coğrafyalarında her yaştan nice insan hal diliyle Hz. İsmail misali “beni sabredenlerden bulacaksın” derken, olup bitenlere şahitlik edip ümmetin derdiyle dertlenmekten gafil olanların payına düşen ise “Rabbena zalemna enfüsena” itirafında bulunmaktır vesselam.