Bir zamanlar beyaz gelinliğinin kefeni olduğu hatırlatılarak baba ocağından yeni yuvasına uğurlanırdı gelinlerimiz. Bir hayatı paylaşmak üzere yola çıkılırken ölüm ve ötesine uzanan bir ufuk sahibi olmanın geleneğimize yansıyan yüzüydü belki de bu seremoni. Şimdilerde ise her şeyin gündelik hesap sığlığına çekildiği ve aile kurmak gibi uzun soluklu bir koşunun bile kısa sürede sonlandırılmasının tercih edildiği zamanlardayız.
Hem yerel hem küresel ölçekte boşanma ile ilgili istatistiklere bakılırsa, aile kurumunun ciddi yaralar aldığını görüyoruz. Gerçi istatistik, tabiatı gereği, rakamlar yüzdeler üzerinden konuşmayı ve anlam çıkarmayı öngörür. Tarımdan elde edilen yıllık mahsul, birkaç yılın hava hareketlerine dair veriler veya ithalat ve ihracat gibi hemen her alanda istatistik çalışmaları yapılır. Ancak söz konusu insan ve aile olunca, rakamlar daha farklı ve derinden konuşuyor sanki. Bu konuşmalara iyi kulak verenler, rakamlardan yükselen çatırdamaları, kadın ve çocuk ağlamalarını, gittikçe yükselen feryatları, kavgaları ve belki şiddeti, mahkeme salonlarının uğultusunu, kararın son noktasını koyan yargıç kürsüsüne indirilen tokmağın sesini ve bunca gürültünün arasında dağılıp giden hayallerin, umutların sessiz çığlıklarını duyabilirler.
Boşanmalar, sonuçları itibarıyla, hem insanları hem toplumu olumsuz yönde etkilemekte. Sadece bizde değil, Batı ülkelerinde de boşanma istatistiklerinin yüksek olması söz konusu. Batı’nın kendi dinamikleri içinde düşünüldüğünde, yüksek boşanma oranları o kadar da şaşırtıcı gelmiyor aslında. Çünkü Batı aklının inşa ettiği modern hayat, ufku bu dünya ile sınırlı olan birey üzerine kurulu. Tüketim kültürünün hâkim olduğu bir toplumda, çarkların dönmesi için hep genç, güzel ve güçlü kalmayı isteyen, kendini gerçekleştirme yolunda engel tanımayan, hayat tarzı ve kullandığı markalarla kendisine bir anlam dünyası kuran atomize bireyler var olmalı. Bu anlayışa göre aile, özgürlüğü kısıtlayan demode bir kurumdan başka bir şey değil. Oysa aile, insanın yaratılış fıtratını koruyan ve neslin sıhhat içinde devamını güvence altına alan vazgeçilmez bir kurumdur.
…
Aile kurumuna hor bakış, Batı’yı bugün sadece yüksek boşanma oranlarıyla karşı karşıya getirmedi. Aynı zamanda, tek ebeveynli aile, kiralık anneler, üstün özellikli donörlerin tercih edildiği sperm bankası uygulamaları, eşcinsellerin evlat edinme talepleri gibi sonu felâketle bitecek bir sürecin de kapılarını araladı. Zarardan dönmek adına birtakım girişimlerde bulunulmuyor değil. BM’in 1994 yılını “Aile Yılı” olarak ilan etmesi gibi. Ancak bu ve benzeri girişimler sadece sembolik bir değer taşımakta. Çünkü asıl mesele, her şeyden önce zihniyetin düzeltilmesi meselesidir. Aynı zihniyeti referans alarak yapılan öneriler toplum için çözüm getirmekten ziyade daha farklı sorunlara kapı aralanmasına yol açacaktır. Mesela, İngiltere’de nikâhsız birlikte yaşama ve evlilik dışı doğumların getirdiği sorunlara çözüm olmak üzere “bekârlara boşanma hakkı” gibi bir hukuki düzenleme yapılması öngörülmüştü bir zamanlar. Buna göre nikâhsız birlikte yaşayan çiftler, ayrıldıkları zaman birbirlerinden hak talep edebilecekler. Bir başka Avrupa ülkesinde de evlilik dışı doğan ve istenmeyen bebeklerin kimseye görünmeden bırakılabileceği kilise veya sivil kurumlara ait özel bölmelerin yapılması gündeme getirilmişti. Herhalde, Batı toplumunun bataklıkla uğraşmayıp sadece sivrisineklere bir çözüm aramakla meşgul olduğu bu örneklerde görülebilmekte.
…
Boşanma oranlarının neredeyse evlenme oranlarına eşitlenmeye başladığı Batı toplumlarına göre aile yapımız hala sağlam görünse de, önümüzde hazin bir tablo olduğunu inkâr edemeyiz. Özellikle hızlı kentleşme, aile yapımız ve çalışma hayatındaki rol paylaşımında yaşanan değişiklikler, 1980 sonrası hızlanan tüketim kültürü, Batı kültürünün taklit edilmesinden doğan şaşkınlık ve iki arada bir derede kalmışlık, bu hazin tabloyu oluşturdu maalesef. Fakat hepsinden önemlisi, asıl, hayatın her boyutu gibi evliliği de ubudiyet kavramı dâhilinde değerlendiren bir medeniyetin mensupları olma kimliğimiz her geçen gün kan kaybettiği için bu noktadayız. Popüler insanlar üzerinden gayrimeşru ilişkilerin “seviyeli birliktelik” olarak sunulmasından, dillere dolanan şarkı sözlerine, dizilerde ön plana çıkarılan çarpık aile yapılanmalarından, aile mahremiyetinin ayaklar altına alındığı ve insanların seyirlik malzeme olmayı gönüllü kabullendikleri programlara şöyle bir göz attığımızda, bu konuda, ne denli ciddi bir yozlaşma süreci içinde olduğumuz görülecektir.
Oysa insanı insan kılan en önemli vasfı, sorumlu bir varlık olmasıdır. Evlilik ve aile kurma akitle birbirine bağlanma ve karşılıklı hak ve sorumluluklar yüklenme açısından bu özelliğimize hitap etmektedir. Modern zamanların özgürlüğüne ve haklarına düşkün, ama sorumluluklarına bir o kadar kayıtsız olan insanına, bahsettiğimiz bu çerçeve anlamsız ve sevimsiz görünüyor. Aynı şekilde, vefa, sadakat, sabır, fedakârlık, tahammül ve tevekkül de bu modern zihniyette kendisine yer edinemiyor. Aile kurmanın, anne baba olmanın anlam dünyalarında net bir karşılığı bulunmayan bireyler, bencil isteklerini merkeze alarak hayatlarını tek başlarına sürdürmeyi tercih ediyorlar. Bir şekilde yuva kurmuş olanlar ise evliliğin yürümediğini düşündükleri ilk anda boşanmayı üzerlerindeki yükü atma fırsatı biliyorlar. Oysa “aile” kelimesinin etimolojik kökeni “karşılıklı birbirine muhtaç olan, birbirine dayanan ve güvenen” anlamı taşıyor. Buna göre ailenin temelinde dayanışma, güven, ilgi, yardım ve fedakârlık var. Aile tüm bireyler için bir güvenlik ve özgürlük ortamıdır.
Yine de sevgi, saygı ve güven bağının çokça zedelendiği, aile yuvasının bir huzur ortamı olmaktan çok mutsuzluk ve şiddet üreten bir yer haline geldiği durumlarda boşanmaya ruhsat elbette var. Ancak daha evliliğe adım atarken “yürümezse boşanırız” şeklinde bir düşünceyle hareket etmenin “kendini gerçekleştiren kehanet” olma tehlikesini taşıdığını kim inkâr edebilir? Tüm aile fertlerinin bedel ödediği bu süreçte en ağır fatura çocuklara kesiliyor ne yazık ki. Uzmanlar, zararın en aza indirgenmesi yolunda eşlerin tutum ve davranışlarına dikkat etmeleri ve olaya duygulardan ziyade akılla yaklaşmalarını salık veriyorlar.
İslami ve ahlaki referansları göz ardı ederek yapacağımız hayata dair okumaların hangi çağda olursak olalım bizi eksik ve sorun üretmeye açık yapılanmalara götüreceği aşikâr. Boşanma istatistiklerine bir de bu gözle bakıldığında, asıl ihtiyaç duyduğumuz şeyin külli bir zihniyet yapılanması olduğu açıkça görülebilir. Bizi yoktan var eden ve dünya hayatında imtihana tabi tutan Rabbimiz acaba evlilikten ne anlamamızı murad ediyor? Biz Onun muradını anlama ve gerçekleştirme yolunda ne kadar çaba gösteriyoruz? Tam da bu noktada Rum Suresi 21. ayetini yeniden okumaya ve üzerinde düşünmeye ne dersiniz?:
“Onun ayetlerinden biri de, içinizden, kendisinde huzur ve sükûna kavuşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgiyi ve şefkati yerleştirmesidir. Bunda, kuşkusuz düşünen insanlar için dersler vardır.”