Yaşımın küçük olduğu dönemlerde Kurban Bayramı yaz günlerinde yaşanırdı. Her sene bayramın birinci günü sabahın erken saatlerinde komşumuz Hüseyin amcanın her bir adımını binbir dua ile attığı kısa bir yürüyüşle getirdiği kurbanlığımızı bahçemize alır, orada keserdik. Tüm ailemiz orada toplanır imece usulü ile kurban işi çabucak halledilirdi. Sıcak havaların etin ‘BOZULMA’sını hızlandırıcı etkisinin olduğunu, bu sebeple parçalanan kurban etlerinin derhal soğutucuya alınması gerektiğini duyardık büyüklerimizden.
Hâlbuki aynı et havadan daha sıcak olan kurbanın vücudunda yıllarca bozulmadan durur, kesildiği anda ise bozulmaması için bir yarış başlardı. Bir keresinde bunu sorduğum zaman benden daha büyük olan diğer çocuklar, kurban artık yaşamadığı için etin bozulmasının normal olduğunu söylemiş olsalar da ben bunu bir türlü anlayamamıştım.
Hayat, kendisine sahip olanlar için öyle bir özellik ki, kendisinde hayatiyet var edilen bir vücut, muhteşem bir koruma altına alınıyor. Çünkü hayat, yaşadığımız kâinatın var olma sebebi olduğu gibi aynı zamanda kâinattaki düzenin getirdiği en büyük netice, bir bakıma kâinat ağacının en tatlı meyvesidir.
Kâinatı görecek göz, idrak edecek akıl, onun harikuladeliğini zikredecek dil olmadan kâinat istediği kadar büyük, istediği kadar güzel olsun bir kıymeti kalmaz. Bu sebeple kâinat boyutunda korunmayı hak eden bir şeydir hayat ve hayat sahibi olmak.
Üstelik bu koruma gerçekten kâinat ölçeğinde yeri olan son derece kalabalık bir ordu ile yapılıyor olsa da, ne bu ordunun tanklarının yürüyüşünü, ne de askerlerinin postal sesini duyabiliyorsunuz. Aynı askerlerin atomik boyuttaki silahlarını ateşlemeleri, vücudunuzda uçuşan trilyonlarca mermi, ağır savaş makineleri, karargâhtaki hararetli toplantılar topyekûn devam etse de bundan haberimiz bile olmuyor.
Ancak;
Üzerimizde var edilmiş hayat sona erdiği anda ordular terhis oluyor. Kapılardaki bekçiler, güvenlik görevlileri, muhaberat ağı hepsi o anda devreden çıkıyor ve bir zamanlar kimseciklerin içeri bırakılmadığı o korunaklı kapılar sonuna kadar açılıyor. Eğer hayatımızı bir yaz mevsiminde kaybetmişsek, en yakın namaz saatinde defnedilmemiz gerekiyor; zira orduları devreden çıkan bir vücut o anda istilacıların kontrolüne geçiyor ve bozulmaya başlıyor. Cesedin defnedilene kadar toprak üzerinde kaldığı dar vakitte bile serin bir şekilde muhafaza edilmesi gerekiyor.
Peki bir saniye önce var olan hayatın sona ermesinden sonraki bir saniyede neler değişiyor da yaşayan, duyan, hisseden, düşünen, 36,5 derece gibi yüksek bir sıcaklıkta 70-80 sene bozulmayan bir vücut birkaç saat içinde tamamen işgal edilip, 5 hafta içinde de sadece bir kemik yığınına dönüşüyor?
Cevap bağışıklık sistemimizde gizli. Vücudumuz her an için yabancı organizmaların tehdidi altında yaşıyor. Öyle ki etrafımızda, hatta vücudumuzun içinde bulunan milyonlarca mikroorganizma, bizi her an yiyip bitirme çabasında. Buna karşı ise vücudumuz ön kuvvetler, asıl kuvvetler ve artçı kuvvetlerden kurulu tam teşekküllü bir savunma sistemi ile sürekli olarak saldırılara karşı koyuyor. Her yanımız deri adını verdiğimiz surlarla kaplı. Vücudumuzun ihtiyaçları ve duyular için bırakılan birkaç açık noktada ise özel timler var edilerek ekstra koruma sağlanmış durumda. Gözümüzde ve ağzımız gibi giriş yapılabilecek ana kapılarda, gözyaşı ve tükürük salgıları gibi bize zarar vermeyen ama istilacıları yok eden sihirli kimyasal silahlar var mesela… Bütün amaç, istilacıların önce vücudumuzun içine, oradan da kan dolaşımı ile hücrelerimize ulaşmasını engellemek.
Öyle bir bariyer ve güvenlik ağı kurulmuş ki, birini aşan istilacı, karşısında diğerini buluyor. Derimizi delip geçen bir kaza yaşadığımızda, saldırıya açılan bu bölgeye eğer mikroplar girerse (enfeksiyon), milyonlarca asker gönderilip adeta canlı bir duvar örülüyor. İltihaplanma şeklinde gözümüzle gördüğümüz bu duvarın içinde, hem bizim için kendini feda eden savunma hücrelerimiz hem de düşman cesetleri bulunuyor.
Hasbelkader derimizi geçen ya da başka bir yol ile içeriye giren bir istilacı ise karşısında daha kuvvetli ana birlikleri buluyor. Bu birlikler öyle donanımlılar ki, çoğu zaman hayatlarında ilk kez karşılaştıkları bir düşman dahi olsa hemen kısa bir geri çekilme ile savunma harbine geçip, ardından karargâhta bir eğitim sürecine giriyor. Bizim kendimizi hasta olarak hissettiğimiz bu süreçten kısa bir süre sonra eskisinden milyonlarca kat güçlü bir darbe ile düşmanı doğduğuna pişman ediyorlar. Üstelik afları da yok. Düşman teslim olup ya da kaçıp canını kurtaramıyor. İzinsiz girdiği ve kâinatın en tatlı meyvesini çalma amacını güttüğü vücutta, bu hatasının cezasını, ordusunun son ferdine kadar imha edilerek kendi hayatı ile ödemek zorunda kalıyor.
Sisteme genel olarak bir göz atarsak;
Vücudumuz temelde deri adını verdiğimiz bariyerle birinci derecede korunurken, ağzımızda tükürük bezleri, buradan geçip midemize ulaşan yollarda türlü savunma hatları ve midemizde mikroorganizmaların sağ kalmasını engelleyen şiddetli bir asit salgısı, aynı şekilde gözümüzdeki açık bölgelerden girecek istilacılara karşı gözyaşı salgısı gibi her nokta düşünülerek kurulmuş bir sistemle korunmaya devam ediyoruz.
Tabii esas kuvvetler bu surların arkasında sürekli devriye geziyorlar. Beyaz kan hücreleri (WBC) eli coplu, beli tabancalı ve her an vur yetkisi ile devriye halinde.
Bu hücreler çeşit çeşit özellikteler. Kimi kemik iliğinde eğitilirken, kimisi de timus denilen ve çoğumuzun bilmediği bir organda eğitim görüyorlar.
Bunlardan Timusta eğitim alanlar T-lenfosit, kemik iliğinde (Bone Marrow) eğitim alanlar ise B-Lenfosit diye adlandırılıyor.
Bunlar kendi aralarında değişik silahlara veya muhaberat gereçlerine sahip olarak belli bir görev dağılımını üstlenmiş durumdalar.
Bu “vücut silahlı kuvvetleri” olarak adlandırabileceğimiz güç, kendisini barındıran vücuda tam olarak bağlı çalışıyor. Güçlüyüm ve silahlarım var diye kendisini barındıran ve varlık sebebi olan vücuda isyan edip yönetime el koyma gibi bir amaç gütmüyor ve bu sebeple de mükemmel bir organizasyon içinde başarı ile görev yapıyor.
Peki bu güçler, bir hücreden ibaret olan bakterilerle, vücudumuzun kendi hücrelerini nasıl ayırt ediyor? Neticede vücudumuzun kendi hücreleri varken bir taraftan da sürekli olarak yabancı hücrelerin vücuda girmeye çalışması söz konusu ve gözü kulağı olmayan savunma hücrelerimiz, nasıl bir mekanizma ile yabancıları ve ‘bizi’ tanıyıp bize zarar vermeden istilâcıları yok ediyor?
Hayatı dizayn eden Allah (cc), öyle bir sistem kurmuş ki, burada moleküler boyutta işaretleyiciler kâinattaki her vücudun hücrelerini kendine özel bir kodla işaretliyor.
Her bir hücremiz bu hücreyi ‘biz’ yapan bir nevi ‘koku’ya sahip.
(HLA) (Human Leukocyte Antigen) denilen ve burada anlaşılması için bir ‘koku’ benzetmesi yaptığımız bu moleküler işaretleyici her bir hücremizi ‘biz’ olarak işaretliyor.
Eğer vücudumuzda devriye gezen bir T-Lenfosit karşılaştığı bir hücrede bu ‘koku’ yerine başka bir koku alır ise o anda bir istilacı ile karşı karşıya olduğunu anlıyor ve derhal bir hormon salgılayarak B-lenfositlere bir emir gönderip karşılaştığı düşmana karşı ‘özel silahlar’ hazırlanmasını emrediyor.
Antikor denilen bu silahlar, bu istilacıya ve varsa yanındakilere karşı kullanılarak en kısa zamanda yok edilmeleri sağlanıyor.
Bazen bu silahların hazırlanması zaman aldığından kısa veya uzunca süreli hastalanabiliyoruz. Bu dönemde vücudumuz tüm gücünü askerî kaynaklara aktardığından kendimizi güçsüz ve ‘hasta’ hissediyoruz. Yani hastalıkta gelen bu güç kaybı, askerî faaliyetlerin çoğalması sebebiyle oluyor. Bir nevi, hastalıkta da rahmet vardır sözü ilmen doğrulanmış oluyor.
T-Hücreleri değişik görevler üstlenen tiplerde dizayn edilmiştir. Bazıları yönetici konumunda tüm savunma sistemini koordine ederken, bazıları direkt öldürmeye programlanmıştır.
Mesela hepimiz virüslerin yol açtığı hastalıkları biliriz. Nezle ve gripten tutun da AIDS’e kadar uzanan bir zincirdeki hastalıklar virüslerden kaynaklanır. Virüslerin ilginç bir özelliği vardır. Bunlar kendi başlarına çoğalamazlar. Çoğalmak için bizim vücudumuzdaki hücrelerin içine girip, o hücrenin çekirdeğini etkileyerek kendi hücrelerimizi virüs üreten fabrikalara çevirirler. Fakat savunma sistemimiz dizayn edilirken bunun da tedbiri alınmıştır ve kendi hücrelerimizden bu tip ihanet içinde olanlar varsa bunlar öldürücü T-Hücreleri tarafından tespit edilip derhal yok edilirler!..
T-Hücrelerinin kendilerini bilecek akılları yokken, bizim yüksek seviyedeki zekâmızla ancak son yüzyılda keşfedebildiğimiz virüsleri bilmeleri ne kadar ilginç değil mi?
Bunun da haricinde yine oldukça düşündürücü bir savunma tepkimiz daha vardır ve direkt beynimiz tarafından yönetilir.
Bazı mikroorganizmalar sıcakta çoğalamadığı için vücut ısımız yükseltilir ve bunların çoğalması engellenmeye çalışılır. Yani “ATEŞİMİZ ÇIKAR!” (Bu sistemin arkasında tabiat var diyenlerin ise, savunma sistemimizin kendi kendine bu gerçeği nereden öğrendiği sorusu ile “ATEŞLERİ İYİCE YÜKSELİR.”)
Devam edecek olursak, vücudumuzdaki istilacılarla karşılaşan T-Hücrelerinin , B-Hücrelerini silah hazırlamaya aktive etmesi ile başlayan süreç bir zaman sonra iyileşme ile sonuçlanıyor.
Vücudumuza bir kere girip bizi hasta eden bir organizma bir daha girdiğinde ise bizi hasta edemeden yok ediliyor zira daha önce bu düşmanla savaşılmış olduğundan ona karşı üretilen silahlar depolarda bakımlı ve çalışır şekilde bekliyor oluyor.
Bazen bunu suni olarak da yapıyoruz. Bilinen hastalıkları yapan organizmaları, çoğalamayacak hale getirip dışarıdan kasten vücudumuza veriyoruz. T-Hücreleri hemen silah yapma emrini veriyor ama düşman çok zayıf olduğundan bizi hasta edemeden ve silahlar kullanılamadan yok ediliyor. Böylece bu düşman ileride vücudumuza girse bile biz hissetmeden hazır silahlarla anında imha ediliyor. Vücudumuzu bu saldırıya hazırlamak için zayıflatılmış hastalık yapan organizmaları enjekte etme işine ise ‘AŞILAMA’ diyoruz.
Yazının başında belirttiğim gibi, vücudumuzun koruyucu savunma sistemi sadece bildiğimiz hastalıklarla mücadele etmiyor. Her an için içeriye sızan organizmalar, bağırsaklarımızda var olan ve biz yaşadığımız sürece sindirim işlemine yardımcı olan bakteriler dahi eğer savunma sistemi her an için onlarla mücadele etmese, bizi yaşarken kemirip hücresel boyutta delik deşik ederler. Hem de birkaç saat içinde.
Ama her an sayısız istilacı imha ediliyor. Tabi bağışıklık sistemimizde bir sorun varsa (yaşlılık, yanlış ve yetersiz beslenme, sigara, alkol) veya vücudumuz gelişerek öğrenme sürecinde hiç karşılaşmadığı bir düşmana hazırlıksız yakalandığında bu savaşı kaybettiğimiz de olabiliyor.
Sonuçta ölüm de hayat kadar büyük bir gerçektir ve ölüm gerçekleştiği anda ordular görevi bırakır. Cesedimiz de ‘yaşayanlara’ zararlı hale gelmeden evvel toprağa verilir. Açıkta bıraktığımız bir etin ne kadar çabuk bozulduğunu düşünürsek, her an için nasıl korunduğumuzu daha net anlamamız mümkün olur.
Yine bizim nasıl bir sistemle korunduğumuz, bazen istemediğimiz şekillerde de görülebiliyor. Çok nadir durumlarda savunma sistemimizin emir dışına çıktığı, adeta darbe yaparak, kendisine zarar verme ihtimali gördüğü bazı nesnelere karşı aşırı kuvvet kullandığı ve bunu yaparken tüm vücudu tehlikeye attığı da olabiliyor. Alerjik reaksiyonlar bunlara verilecek örneklerden biri. Ancak bunun olması bizim bağışıklık sistemimizin tümden kötü niyetli ve zararlı olduğu anlamını da taşımıyor. Vücut silahlı kuvvetlerimiz bize verilen en değerli hediyelerden biridir.
Bir de zamanımızdaki teknik imkânların artması ile bazı hastalıklara karşı organ nakli gibi tedavilerle şifa bulma şansımız olabiliyor. Ancak hepimizin bildiği gibi, organ nakillerinde en büyük sorun vücudumuzun nakledilen organı reddetmesi. Bunun da arkasında bağışıklık sistemimiz var.
Savunma devriyelerimiz yukarıda anlatıldığı üzere koruma görevi yaparken nakledilen organda farklı bir işaret yani farklı bir koku algılıyor ve onu bir istilacı gibi görüp derhal bu organa saldırarak imha etmeye çalışıyor. ‘Reddetme’ dediğimiz bu reaksiyonun önüne geçebilmek amacı ile işaretleyicisi mümkün olduğunca bizimkine benzeyen bir organı kullanmaya çalışıyoruz. Anne-baba-kardeş gibi yakın akrabalar arasında yapılan transplantasyonlarda, nakledilen organ nakli alana en yakın işaretleyiciye sahip olduğundan reddedilme ihtimali azalıyor. Bu imkân yoksa, testler neticesinde eğer bizim işaretleyicilerimize yakın bir yabancı organ bulunursa onu da kullanabiliyoruz.
Ayrıca gerek akrabadan gerek yabancıdan yapılan bir nakil sonrası mutlaka çeşitli kimyasallar ile bağışıklık sistemimiz yavaşlatılıp nakil aldığımız organa saldırması engelleniyor. Organ nakli yapılan hastalar ömürleri boyunca bu yavaşlatılmış (baskılanmış) bağışıklık sistemi sebebi ile diğer hastalıklara karşı da çok daha hassas olduklarından normalden fazla dikkatli olmaları gerekiyor. Çünkü baskılanmış sistem nakledilen organa direnç göstermediği gibi mikroplara karşı da daha az direnç gösteriyor. Nakil geçirmiş hastaların uzunca süre maske ile dolaşmaları fazladan korunma amaçlıyken, ömür boyu aldıkları ilaçlar da bağışıklığın sürekli bastırılması içindir. Burada da görülüyor ki, mükemmel bir hassasiyette çalışan bağışıklık sistemimiz kolay kolay alt edilemiyor.
Son olarak, bağışıklık sistemimizi tekrar keşfetmemize sebep olan AIDS hastalığından kısaca bahsedelim.
AIDS son 30 yıla damgasını vuran bir hastalık; zira bizi en hassas noktamızdan yani bağışıklık sistemimizden vuruyor. AIDS’e sebep olan HIV virüsü, direkt T-Hücrelerinin yönetici konumunda olanlarına saldırıyor. Saldırdığı her bir T-Hücresini bir HIV virüsü fabrikasına dönüştürüp hem kendi eliyle düşman üretmesine hem de gerçek görevini yapamamasına sebep oluyor. Böylece zamanla bağışıklık sistemi başsız kalıp çökmeye başlıyor. Bu da, AIDS zamanla ilerledikçe, hastanın diri diri mikroorganizmalara adeta yem olmasına sebep oluyor. Normalde bir bebeği bile hasta edemeyecek basit bir bakteri, vücudunda AIDS gelişen bir yetişkini kolayca öldürebiliyor.
Savunma sistemimizin kontrol altındayken bizleri nasıl koruduğunu anladığımızda, bunun kendiliğinden oluşmuş, planlayıcısı olmayan bir sistem olmadığını anlamak hiç zor değil. Hayatı var eden, bunun arkasında kendisinin olduğunu anlamamız için, korumanın bittiği anda başımıza gelenleri değişmeyen gerçek olan ‘ölüm’ ile gösteriyor. Bozulma, çürüme dediğimiz hadise bu manada ele alınırsa bizi götüreceği nokta, yine sonsuz güç sahibi ve iradesi her şeye hâkim bir yaratıcının var olduğu gerçeğidir.
Görüldüğü üzere kendi başına, rastgele ortaya çıkmış olması mümkün olmayan ve mümkün olmadığı her şekli ile bize gösterilen bir savunma sistemi ile korunuyoruz. Bu sistemin her bir canlının vücudunda kendine özel şekilde dizayn edilmiş orduları, itaatkâr, fedakâr ve senkronize şekilde, aldıkları emri sonuna kadar uyguluyorlar.
Tabi hayatın ve bunların en değerlisi olan insan hayatının zerre boyutunda bu kadar iyi korunmasının yanında, bir de küre boyutunda korunması var ki yaradanın eserini zerreden küreye nasıl muhafaza ettiğini ilan edercesine gözümüzün önünde duruyor. Bu konuyu da başka bir yazıda ele alacağız ve göreceğiz ki, vücudumuzdaki minicik hücrelerden başlayıp, üzerinde yaşadığımız dünyayı da içine alan harikulade koruma kalkanı, bizi, hayatı yani kâinatın en latif meyvesini, en parlak nurunu, bir annenin meyvesi olan bebeğini korumasının da ötesinde bir rahmetle kuşatmış, içinde isyan da, haddi aşmak da olsa kuşatmaya devam ediyor.