TR EN

Dil Seçin

Ara

İlahi Uyandırma Servisi

Zamanımızın çoğunu uykuda geçiriyoruz. Eskiler buna gafletdiyorlardı. Öyle derin bir uyku ki bu, ancak çok büyük bir olay bizi bu uykudan sıyırabiliyor.

Marmara Depremi'ni çoğumuz unuttuk belki. Bir süreliğine uyanıklaşan bilincimiz sonra yine uykuya daldı ne yazık ki. Ama hadi hafızalarımızı bir zorlayalım. Neler hissetmiştik deprem anında ve hemen ertesinde?

Ev almak için para biriktirenlerimiz vardı. Deprem olunca tövbe edip Yaptığımız işin saçmalığını anladık. Paramızı şimdi kullanmaya karar verdik” demişlerdi. Malı olanlar, ne kadar da çürük bir şeye bel bağladıklarını görüp ayılmışlardı. İnsanlığını hatırlamıştı herkes. Uzun vadeli her düşünce birden değerini yitirmişti. Yakın vadeli düşünceler ve insan sıcaklığını özlemiş duygular birden değer kazanmıştı. Bu toplumda yaşayan insanlar olarak ne kadar birbirlerimizin kaderlerine kayıtsız kaldığımızı hissetmiş, kendimizden utanmıştık.

Devleti ilahi güç gibi tanıtanların sözleri bakırlaşmıştı. O ilahi güç gibi tanıtılan devlet, depremi haber veremediği gibi, depremden zarar görenlere doğru dürüst bir hizmet de götürememişti. Kendi kendine şişirdiği benliği yara almasın diye depremde hayatını kaybedenlerin istatistiği bile eksik çıkarılmaya çalışılmıştı. Devlet erkanı, utancından cesetleri adam gibi saymadan çukurlara doldurmayı tercih etmişti.

Ve elbette, istikrarın ve ebediyetin adresi olarak gösterilen devlet, birden insanların gözünde küçülmüştü. Şişirilmiş büyüklüğü Marmara Depremi iğnesiyle fos diye sönünce, devletin sadece bir aygıt olduğu ve içinde toplumu hisseden duyarlı bir kalpbulunmadığı anlaşılmıştı. En büyük kurumsal aygıt olarak devlet de neticede bir kurumdu ve hissiz aklın ulaştığı son formülasyondu; hepsi bu kadar.

Hatırlarsınız, deprem ertesinde bir Kızılay olayı patlamıştı meselâ. O ki TRT haberlerinde hep yurtdışına tırlarıyla yardım taşıyan göğsümüzü kabartan milli yardım kuruluşumuzdu. Bizim yardımsever bir millet olduğumuzun en somut deliliydi. Fakat Marmara Depremi olduğunda depremzedelere doğru dürüst çadır bile dağıtılamadı. Kızılayın gönüllerdeki imajı bir anda paramparça oldu. Sonrasında ne yapıldıysa da, bildiğiniz gibi, Kızılay paramparça olan o imajını düzeltemedi.

İşte ancak böylesi büyük olaylar bizi derin uykulardan uyandırabiliyor. Gerçi belli bir süre sonra yeniden uykumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz, ama hiç olmazsa kısa bir süreliğine pek çoğumuz, şuurunun verdiği parlaklıkla gözleri çakmak çakmak bakıyor etrafa. Her şeyin iç yüzünü anlayıveriyor. Kalbiyle görüyor olayları. Devlet neymiş, millet narsisizmi neymiş, adalet neredeymiş... bir anda hepsinin şak diye fotoğrafını çekiyor.

Aslında Marmara Depreminden sonra epeydir uykudaydık. Ta ki, Hrant Dink cinayetine kadar. Dink cinayeti de, bu ülkede yaşayan insanlar olarak bizleri ciddi biçimde sarstı. Karşımızda bir insan vardı. Ermeniydi. Gerçi birileri için üstüne çamur atılması için yeterli bir sebepti Ermeni olması. Ama Hrant Dink şu ülkede nasıl doğduysa o şekilde yaşamak isteyen bir insandı. Başkasına haksızlık yapmak gibi bir hedefi yoktu. Tek istediği, kendisine haksızlık yapılmamasıydı. Bir insan doğarken Türk olmayı seçmediği gibi, o da Ermeni olmayı seçmemişti. Seçmediği, dolayısıyla üzerinden atamayacağı bir kimlikle varolmak istemesinden daha doğal ve haklı nasıl bir istek olabilirdi ki?

Halbuki ta Saadet Asrı'ndan bu yana başka dinden olan insanların müslüman toprağında yaşamasının hukuku oluşturulmuştu. Osmanlı da dahil olmak üzere İslâm ülkelerinde bu hukuka pek çok dönemde riayet edilmişti. O hukukun güzel bir sonucu olarak, bir yüzyıl öncesine kadar millet-i sadıka diye Ermenileri bağrımıza basmıyor muyduk? Nasıl kör bir milliyetçilik duygusuyla bu kadar insanlıktan uzaklaştık? Başkasına bir zararı dokunmayan bir insanı nasıl şu topraklar üzerinde yaşatamadık? Vicdanları acıtan gerçek işte bu.

Asıl üzerinde durulması gereken bu olmalı. Dink'in eşinin dediği gibi, Asıl masum bir bebekten bir katil çıkartan karanlığı sorgulamalıyız.”

Gazetelere bakıyoruz. Bu işin bir örgüt işi olmadığını yazıyor. Güya bizi rahatlatıyorlar. Adi bir cinayet, üzerinde durmaya değmez” demeye getiriyorlar. Ama bu cinayet basbayağı bir örgüt işi. Tek farkı, bu örgütün eski örgütlenmeler gibi gerçek örgüt üyesi kişilerden oluşmaması. Bu örgütün beyni ve azmettiricisi medya, yardımcısı kör milliyetçiler, uygulayıcıları bunların tesirinde kalmış sokak çocukları.

Bunların içinde en masumları, belki cinayeti işleyen o genç delikanlı. Çünkü o tüm bu menfi propogandalara maruz kaldı. Hrant Dink'i o genç delikanlı mı hedef gösterdi günlerce? O mu kör milliyetçiliği icad etti? Elbette hayır.

O genç delikanlı annesi babası tarafından terbiye edilmedi, edilemedi. Gittiği okul tarafından, yazıldığı spor kulübü tarafından terbiye edilmedi, edilemedi. O genç delikanlı, sapkın bir iki milliyetçi ve onların gıdalandığı ‘güzideTV kanallarımız ve gazetelerimiz tarafından terbiye edildi; daha doğrusu, zehirlendi. Zehirlediler onu.

İşlediği cinayetten sonra onun sağlığına kavuşması için bir şansı var. Objektiflerin karşısında başını öne eğmesi, yaptığından pişman olduğunu gösteriyor. Zaten Pişmanım” dedi. Kanında dolaşan zehrin dışarıya atılmasının ilk işaretleri bunlar. O kurtulabilir. Yaralarını zaman içinde tedavi edebilir. Peki ya medya? Kartel medyası?

Medyada kendini sorguya çekmenin emaresi pek gözükmüyor. Daha bir iki gün geçmeden, başladılar Neden hepimiz Ermeniymişiz ki?” demeye, şikâyetlenmeye. Tek bir insan bile olsa ona yapılan haksızlığın bir ifadesi, bir vicdan rahatlatması olduğunu anlamadılar hepimiz Ermeniyiz” sloganının. O kadar zehirlenmiş ki kanları, onlara değil bir Hrant Dink bin Hrant Dink yetmez kalplerinin sesini dinlemeleri için. Âyette geçtiği gibi, Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (Araf, 179).

Âyet, asıl gafillerin onlar olduğunu söylüyor. Ama onlara sorsanız, asıl gafiller bizizdir. Çünkü ülkenin üzerinde büyük karanlık oyunlar’ oynanmaktadır. Biz kör olduğumuz için o büyük oyunları görmüyoruzdur. Öyle bir karanlık oyundur ki onlar, her türlü ahlâkî ilkeyi, en temel hukuk kurallarını o oyunları bozmak adına es geçebilmeliyizdir. Bir insanın yaşama hakkı dahil!

Bir psikiyatrist olsaydı, nasıl yorumlardı bu durumu, bu ruh hâlini? Demez miydi bu ruh korkular içinde. O kadar korkular içinde ki, kişiliksizleşmesinin, ahlâkî kural tanımazlığının altında bu korkuları yatıyor. Bu korkuların altında da büyümemişlik, başkaları karşısında sürekli ezilmişlik, kendini ispat edememişlik yatıyor. Bunların neticesinde ruh güvensizlik hisleriyle örülü karanlık bir odada ikamet ediyor.

Herkesin düşman olarak görüldüğü, savunmasızlık ve çaresizlik ilişkileriyle dolu böylesi bir zeminde ahlâk nasıl filizlenir? Böylesi bir karanlık zeminde insan nasıl kişilik sahibi olur, nasıl karakterli davranışlar sergiler?

Milliyetçiler, milletin bekasını milliyetçilikte sanıyor. Kafalarını kaldırıp da Meclisteki yazıyı okumuyorlar: Adalet mülkün temelidir.” ya da Mülkün temeli adalettir.” Adalet yoksa, zulüm varsa, asıl o zaman yok oluruz, anlamıyorlar. Kim haksız yere bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur.” Kavrayamıyorlar.

Koyu bir körlük içinde sürekli çevremizde düşman üretiyorlar. Sürekli düşman icad ediyorlar. Dışarıda icad ettikleri düşman yetmiyor. Bu sefer içeride icad etmeye başlıyorlar. Etnik farklar yetmiyor, bu sefer dindarlık bir ayraç oluyor zihinlerinde. Bu zihin hasta, bu zihin ruh hastası.

Ağızlarından çıkan ‘bölücülük’ lafının, kendi kalplerindeki bölünmüşlüğün dışarıya taşan bir yansıması olduğunu anlamıyorlar. Ağızlarından çıkan karanlıklafının, kendilerine ilişkin değersizlik hislerinin, kendi geleceklerine ilişkin ümitsizliklerinin bir yansıması olduğunu görmüyorlar. Ağızlarından çıkan düşmanlafının kendi kalplerindeki sevgisizliğin bir yansıması olduğunu bilemiyorlar.

Bu ülke nasıl bu hale geldi? Nasıl bu kadar körleştik? Nasıl bu kadar cahil kaldık? Nasıl bu kadar kalbimizin sesini kendimizden uzaklaştırabildik?

Neyse ki, Rabbimiz hâlâ bizden ümit kesmemiş ki, Marmara Depreminden sonra şimdi de kollektif işlenmiş bir cinayetle vicdanlarımıza ibretlik bir olay sundu. Ölçülerimizin nasıl kaydığını, ahlâkımızın nasıl iflas ettiğini çarptı suratlarımıza.

İkinci kez ilahi uyandırma servisi tarafından çalındı telefonlarımız. Vicdanları olanlar telefonun ahizesini kaldırdı, dinledi, ders aldı, kalbini dürüstlüğe doğrulttu. Vicdanı olmayanlar, telefonu açmadı bile. Yarın Hak Divanı’nda Ben size hepinize toptan telefon etmiştim. Neden kaldırmadınız ahizeyi?” dendiğinde, yüzü kara çıkanlardan olmamak için kalp gözlerimizle görelim, kalbimizle değerlendirelim bu son olayları.

Hâlâ bizden ümit kesilmedi çünkü. Ümit kesilmediyse, şu toplum içinde kalbi mühürlenmemiş, güneş gibi etrafa ışık saçanlarımız şükür ki hâlâ mevcut demektir.