TR EN

Dil Seçin

Ara

“Orucun Hikmetleri” Üzerine Prof. Dr. Ali Murat Daryal İle Söyleşi

“ORUÇ, ORUÇ TUTANIN YEMEMESİNİ SAĞLAMAK SURETİYLE, MÜSLÜMANLARIN İÇGÜDÜLERİYLE YAŞAYAN YARATIKLAR OLMAKTAN KURTULMASINI TEMİN EDER.”

 

Dilerseniz, temel bir soruyla başlayalım. Oruç, insanın kendini, varlığını algılamasında nasıl bir değişiklik meydana getiriyor?

Her şeyden evvel, oruç tutan kişi, devamlı açlığı sebebiyle mütemadiyen kendini, yani kendi varlığını hatırlar. Fakat aynı zamanda, birkaç saatlik açlığın kendisinde meydana getirdiği tesirle aynı kişi, kendi acizliğini, noksanlığını da idrak eder. Bir bakıma, var olmakla beraber, kendisini eksik, noksan ve aciz görür.

Bu varolmak ama eksik varolmak hali, kişiyi, kendi varlığının kendisinden gelmediği fikrine götürür. Kendi varlığının kendinden gelmediği fikri, insanın, değil kendisi gibi bir varlığı, en ufak bir canlıyı bile yaratamadığı gerçeğiyle birleşince yarattığı her şeyden sonsuz derecede büyük olan bir Yaratıcı’nın varlığı sonucunu doğurur.

Oruçlu insan, aç olan insandır. Aç insan, tok insan gibi kendini unutarak dış âleme yönelip onu kendine konu edinemez. Bilakis, açlığı sebebiyle dış âlem yerine kendine yönelerek kendini, kendine konu edinir.

Oruçlu, orucunda mekanla ilgili âlemden tamamen kopmuştur. Kısacası, insanlardan tamamen kopmuştur. İnsanlardan gelecek hiçbir maddi karşılık ve medih mukabili değil, sırf Allah’ın rızası yani sırf kendini O’na beğendirmek için aç susuz kalmaktadır. Böylece oruçlunun zihninde ve ruhunda “beşerî sorumluluk” yerini “ilâhî sorumluluğa” terk eder. Bu halde oruçlunun ruhunda ve zihninde, yaptığı işlerinde kendini insanlara beğendirmek, kendini onlara karşı sorumlu bulmak yerine, kendini sırf Allah’a, kendini O’na karşı mesul tutmak hissinin ve fikrinin doğmasına ve kuvvetlenmesine sebep olur. Artık oruçlu, insanları aradan atarak kendini Allah’a beğendirmek için çırpınan insandır. Böyle olunca, oruçlunun ruhunda çok fazla değer taşıyan “kendini ve yaptığını Allah’a beğendirme” formülü yerleşir.

 

Buradan hareketle, insanın içgüdünün esiri olmaktan kurtulduğunu da söyleyebilir miyiz?

Elbette. Oruç, oruç tutanın kendisi için helal olan ve gözü önünde duran her türlü yemeği, meyveyi aç olduğu halde ister kalabalıkta ister tenhada elini uzatıp alıp yememesini sağlamak suretiyle, Müslümanların içgüdüleriyle yaşayan yaratıklar olmaktan kurtulmasını temin eder. Başka bir ifadeyle, bir yanda yemek yeme arzusu ile el uzatma isteği, diğer tarafta buna müsaade etmeyen irade ve neticede iyi, kötü her şeyi isteme gücünün irade karşısında mağlubiyeti…

Her ne şekilde olursa olsun, iradenin bu galibiyeti, daha büyük işlerdeki galibiyetine yol açacaktır. Böylece, oruçtan canının çektiğini yememe, canının istediğini yapmama alışkanlığı doğacaktır. Bu da çok mühimdir. Zira aklına geleni düşünmeden hemen yapmak, canının her istediğini doğru yanlış diye ayırt etmeden hemen yerine getirmeye çalışmak toplumda yapılan bütün suçların esasıdır, temelidir. Nefsin çalışma mekanizması da budur. Kısacası oruç, içgüdülere karşı çıkma alışkanlığı verir ki, insanı diğer canlılardan ayıran, insanı insan yapan tarafı budur. Yani oruç, sıkıntı ve ızdıraplar karşısında eğilmeyen, kendine hâkim olan, vadedilen birtakım menfaatler karşısında hak ve gerçek bildiği prensiplerden hiçbir fedakârlık yapmayan ideal insan tipini vücuda getirir.

 

Peki, orucun fert üzerinde diğer ibadetlere göre ayırıcı bir vasfı var mı?

Her zaman söylerim: Eğer Allah bizim için tek bir ibadet çeşidinin yeterli olduğunu düşünseydi, başka ibadet emretmezdi. Demek ki ibadetlerin hepsi bir araya geldiğinde bir bütün oluşturuyor. O bakımdan, her ibadetin kendine bakan, kendine has boyutları vardır. Mesela, namaz ibadeti Müslümanları camiye toplar, toplu halde eğitir. Yani, maddeten vücutlarının bir arada bulunmasında ve beraberce yaptıkları hareketlerinde birlik vardır. Oruç ise, bu halin tamamen zıddından hareket eder. Yani, oruca başlamak için oruç tutacakların maddi varlıklarıyla vücutları bir arada bulunmaları diye bir şey yoktur. İşçi fabrikasında, memur masasında, çiftçi çifti çubuğu başında, çocuk dersi başındadır.

Netice olarak oruç, bir sene müddetle namazın toplu olarak eğitip yetiştirdiği kimselerde her türlü maddi baskıdan, toplum baskısından uzak, işleri güçleri başında ayrı ayrı ibadet edebilme gücünün kuvvetlenmesine sebep olur. Herkesten ayrı tek başına oruç tutabilmek şu demektir: Dünyada inanan ve ibadet eden hiç kimse kalmasa da, sen tek başına hiçbir maddi destek ve yardım görmeden Müslüman yaşayabilirsin. Nitekim, bu ibadetler sayesinde, cemiyet içinde tek başına Müslüman yaşayabilen çok insanlar gelip geçmiştir. Yani oruç, inandığı dava uğruna tek başına bütün bir topluma karşı durma gücü sağlar.

 

Senenin sadece bir ayında tutulan oruç, bütün bir topluma karşı durma gücü sağlamada yeterli mi sizce? Oruç her aya ikişer üçer gün olmak üzere tüm seneye yayılmış olsa, daha etkili olmaz mıydı?

İlk başta akla yatkın gibi görünüyor. Fakat öyle değil. Öncelikle bilmemiz gereken şu ki, İslâm, Ramazan ayı dışında sadece dinî bayramlar hariç olmak üzere, oruç tutulmasına bir yasak getirmiyor. Yani, kendisini toplum içinde daha güçlü ve dirayetli bir hale getirmeyi arzu eden Müslümanlar, yılın sair vakitlerinde de oruç tutabilirler. Söz gelimi, Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç tutmanın makbuliyetine ilişkin bir uygulama zaten var ve biliniyor.

Fakat orucun devamlı olarak senenin belli bir ayında (Ramazan’da) tutulmasının ayrı bir anlamı ve hikmeti söz konusu. Tecrübî psikolojideki, “Bir insanın otuz-kırk gün arasında tâbi olacağı eğitim neticesinde birtakım yeni alışkanlıklar kazanabileceği” gerçeği, orucun devamlı olarak otuz gün tutulması hususundaki ilâhî emri açıklaması bakımından dikkate şayandır. Hatta askerdeki yemin merasiminin askerliğe başlandıktan otuz-kırk gün sonra yapılması, yine bu gerçeğin ifadesidir. Başka bir ifadeyle, bir yaş ile yirmi yaş arası, yani alışkanlıkların en fazla kazanıldığı bir zamanda sivil hayatta büyüyerek bu hayata alışan kimselerin, sivil hayatla taban tabana zıt olan askerlik hayatına, ciddi bir eğitim neticesi otuz-kırk gün gibi bir zamanda alışabilmeleri bu psikolojik hakikatin bir ispatıdır. Kısacası, otuz-kırk günlük sıkı, ciddi bir eğitim, insanın edindiği yirmi senelik alışkanlıkları tamamen terketmesine yetiyor demektir.

Nitekim sigara, içki gibi kötü alışkanlıklarını bırakanlar, ekseriyetle bu ayın (yani Ramazan’ın) sonunda bıraktıkları gibi, namaz, ibadet gibi çeşitli iyi, güzel, hayırlı faaliyetlere başlayanlar da yüzde yüz olmak üzere bu aydan itibaren başlarlar. Yani, sırf Ramazan ayında ibadet etmek için camiye gelirler, fakat bu bir ay zarfında ibadetlere alışarak Ramazan’dan sonra da bu yeni alışkanlıklarına devam edip giderler. Böylece, hayatlarının istikameti bir ay gibi bir zamanda değişmiş olur.

 

Orucun hep ferde dönük hikmetleri üzerinde durduk. Orucun topluma bakan boyutları yok mu?

Olmaz olur mu? Oruçlu insan, kendi hali icabı kendisi gibi oruçlu, yani aç susuz insanları düşünüp, içinde onlara doğru bir akış, bir yakınlaşma hisseder. Başka bir ifadeyle, aynı varlığa inananlar, inançları icabı kendilerini başkalarına nispetle birbirlerin daha yakın hissederler. Aynı varlığa inanıp, aynı işler yapanlar namaz, oruç gibi kendilerini bir evvelkilere nispetle, birbirlerine daha yakınlaşmış bulurlar.

Öte taraftan, oruç, ömrünü en nefis yemeklerle geçiren ve ömür boyu hiçbir şekilde aç susuz kalması mevzubahis olmayan zengini, senenin o sıcak, o uzun günlerinde aç susuz bırakarak açlığın, susuzluğun ne demek olduğunu sözlerle, misallerle değil, bilakis onlara bu hali yaşatmak suretiyle, açlığın susuzluğun insan vücudundaki ve insan ruhundaki tezahürlerini bizzat yaşamasını temin eder. Zenginin her sene bir ay fakir hayatı yaşayıp aç susuz ömrünü geçirmesi, fakirin halini daha yakından idrak etmesini sağlar. Bu da zenginin fakirlere karşı tutumunun değişmesine, içinde fakire karşı bir acıma hissinin doğmasına, bir ömür boyu çektikleri bu ızdıraplarında onlara yardımcı olma arzu ve hevesinin kuvvetlenmesine ve böylece birtakım hayır müesseselerinin kurulmasına ve bu müesseselerin yaşaması için de büyük bir vakıf faaliyetinin doğmasına zemin hazırlar. Tabii bu faaliyetler de fakirin, zenginin malına göz dikip zengini düşman saymasını önleyecektir. Çünkü zengin, karşısında değil kendi safındadır.

Orucun topluma bakan bir başka hikmeti de, “eşitlik hissi”ni yaymasıdır. Oruç tutan bir kimsenin orucunu sakatlaması veya bozması sonucu lazım gelecek olan kaza veya cezanın, hastalık gibi haller hariç, zengin, fakir, mevki sahibi olan ya da olmayan gibi farklar gözetmiyor olması, Rabbimizin bize ne kadar eşitlikçi bir nazarla baktığını haber vermektedir. Hiç kuşkusuz bu ilâhî nazarın toplumdaki yansıması da, eşitlik hissinin yaygın bir şekilde mü’minler tarafından paylaşılması olacaktır.

 

Hocam, söylediklerinizden orucun ibadet olmanın ötesinde, hem ferdi hem toplumu eğiten Rabbani bir terbiye olduğu anlaşılıyor. Çok teşekkür ederiz.