TR EN

Dil Seçin

Ara

Papa’nın İddia Ettiği Gibi, İslâm Gerçekten Kılıçla Mı Yayıldı?

Aslında Perşembe’nin gelişi, Çarşamba’dan belliydi.

Yeni papa Ratzinger henüz kardinal iken dahi sert konuşmalarıyla esip gürlüyordu. Biraz da zaten bu ‘şahinliği’yle Papa olmuştu.

Elbette Papa olduktan sonra da durum değişmedi. En son kendi anavatanı Almanya’da Regensburg Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla bu gerçeği bir kez daha gördük. 

 

Ratzinger, İslâm’a ve peygamberine saldırı anlamı taşıyan konuşmasını durduk yere yapmadı. ABD’de 11 Eylül olaylarının anıldığı haftaya rastlayan böyle bir konuşmanın teolojik bir izahı hedeflemediği açıktı. Papa, basbayağı George Bush’un “Ya bizdensiniz, ya onlardan!” bölücülüğü karşısında “Ben de sizdenim!” deme ihtiyacı hissetti. Yaptığı konuşma da, esas olarak, Bush’un siyasetini inanç alanında desteklemek üzerine kuruluydu.

İşin gerçeği, Papa’nın kendi açısından böyle bir çıkış yapmaya ihtiyacı vardı. Daha doğrusu, Hıristiyanlığın Avrupa’da tükendiği, kiliselerin bile cemaatsizlikten satılığa çıkarıldığı bir dönemde Papa, Avrupa’da Hıristiyanlığın kendi dinamikleri içinde ayakta kalamayacağını biliyordu. O yüzden de, bildik bir oyuna, “Düşman var, safları bozmayın!” taktiğine başvurmayı uygun buldu. Böylece İslâm’ın Avrupa’daki yükselişine engel olmayı da planladı.

Papa’nın konuşmasının içeriğinden önce, bu durumun bilinmesinde fayda var. Ondan sonra Ratzinger’in dediklerine bakabiliriz şimdi.

 

“İslâm kılıçla yayıldı” iddiası

Ratzinger konuşmasında uyanıklık yapıp söylemek istediğini Bizans İmparatoru II. Manuel’e söyletse de, herkes o alıntının Papa’nın kendi düşüncesini yansıttığını biliyor. Bir Farisî ile konuşmasında II. Manuel şöyle demişti:

“Bana Muhammed’in yeni diye getirdiği nedir, sadece onu gösterin. Burada sadece şer ve insanlık dışı şeyler bulursunuz. Tıpkı kendi inancını kılıçla yayma yönteminde olduğu gibi.”

Şimdi ilk iki cümledeki aymazlığı görmezden gelerek, son cümle üzerine serinkanlı bir şekilde düşünelim.

Bu iddiada dillendirildiği gibi, İslâm ya da herhangi bir din kılıç zoruyla yayılabilir mi? İslâm’ın doğuşundan sonraki otuz dört yıl içinde Halife Hz. Osman zamanında bir yanda Kuzey Afrika’nın tamamı aşılarak İspanya'ya ulaşılması, diğer yanda İstanbul’un kuşatılacak noktaya gelinmesi, Doğu’da Çin içlerine kadar uzanılması, Kuzey’de Ermenistan’dan Güney’de Hindistan’a kadar sınırların genişletilmesi, gerçekten kılıç zoruyla gerçekleşmiş olabilir mi?

Bu soruya akıl ve mantık sınırları çerçevesinde “evet” demek, imkânsızın imkânsızı bir şeydir. Aklı başında hiçbir insan, böylesine kısa bir sürede, böylesine muazzam bir yayılmayı sadece kılıç zoruna bağlayamaz.

Bu konuda sırf Müslümanların adaletli tavrını duyan Kudüs Patriği’nin bir antlaşmayla şehrin anahtarlarını halifeye teslim etmiş olması bile, bu mucizevî yayılışın ipuçları hakkında bize fikir verebilir. Kaldı ki, İslâm’ın yayılışının önemli bir bölümü, kendi hükümdarları tarafından kötü yönetilmelerine bir isyan duygusu içinde, İslâm’ın adaletine ilişkin işittikleri sebebiyle bu yeni dine sempatiyle bakan topluluklar nezdinde oldu. İnsanlar topluluklar halinde Müslüman oldular.

Bunun en güzel örneklerinden birisini de biz Türkler teşkil ediyoruz. Horasan civarında İslâm’ın adil ve fıtrî bir din olduğunu müşahade eden Türk unsurları, büyük bir çoğunlukla ve kendi iradeleriyle Müslümanlığı tercih ettiler.

Ayrıca bir din gerçekten kılıçla yayılabiliyor ise, acaba niçin Haçlı Seferleri sırasında Ortadoğu bölgesi Hıristiyanlaşmadı da, İslâm ordusunun yaptığı savaşlar sırasında halklar Müslümanlaştı? Veya belli tarih dönemlerinde Anadolu’yu ve Ortadoğu’yu yakıp yıkan Moğolların dinine dair neden hiçbir iz yok bugün?

 

“Cihad”ın gerçek anlamı

Bu meseledeki karışıklık, cihadın anlaşılmamasından ileri geliyor. Bir de bunun üstüne Batı dünyasının cihadı terörle özdeşleştiren çarpıtmaları eklenince, ortalık tamamen toz duman oluyor.

Cihadın kelime manası, çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmektir. Bu kelimelerin sadece harp meydanındaki düşmanla savaş yapmak anlamına gelemeyeceği mantıken bile bellidir. Peygamberimizin çok meşhur “Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” hadîsi, bir savaş dönüşü söylenmiştir. Ve anlatılmak istenen, can verilme ihtimali çok yüksek bir savaşın mü’minin kendi nefsiyle yaptığı mücadele yanında ancak “küçük cihad” mertebesini hak ettiğidir.

Savaş yolu ile cihad, cihad türleri içinde sadece birisidir. Allah’a iman etmiş bir mü’min, aynı zamanda malı ile, ilmi ile de cihad eder. Gerekli olduğunda da canı ile cihad eder. Hepsinde de, bir tek amacı vardır, o da ilayı kelimetullah; yani Allah’ın ismini, dinini yüce tutmak.

Buradan çıkan sonuç şudur: Müslümanlar herhangi bir toplulukla savaştıkları vakit, bunu toprak kazanmak ya da ganimet elde etmek için yapmazlar. Nitekim, Arap kültürü içinde bu amaçla yapılan savaşlar için cihad yerine, ‘harp’ ‘kıtal’ gibi kelimeler kullanılmaktaydı. Fakat İslâm bu kelimeleri değil, ‘cihad’ı seçti. Çünkü amaç toprak kazanmak ya da Müslümanlara bir millî veya kavmî onur yaşatmak değildi. Sadece Allah’ın ismini yüksekte tutmaktı.

Allah’ın ismini yüksekte tutmak, adaletsiz bir yoldan mümkün olamayacağı için, Müslümanların savaş prensipleri de bu niyetleriyle uyumlu bir dürüstlük ve doğruluk üzeredir. Dinen hiçbir Müslüman topluluk durup dururken bir başka topluluğa savaş açamaz. Savaş yoluyla cihadın meşru olabilmesi için, ya Müslümanların saldırıya maruz kalması, ya da diğer topluluğun Allah ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeden idarecileri tarafından adaletsiz bir şekilde yönetiliyor olmaları gerekir.

İkinci durumda da Müslümanlar hemen savaş kararı alıp düşmanın üzerine yürümezler. Öncelikle bugünkü deyişle birtakım “diplomatik” girişimlerde bulunulur. Peygamberimizin yaptığı gibi mektuplarla, elçilerle yapılan yanlışlardan geri dönüş çağrısı yapılır. Halka yönelik bariz zulümlere, aşırı vergi ya da işkence gibi haksız uygulamalara karşı devlet idarecileri uyarılır. Allah’ın hak dinine davet yapılır. Eğer bunlar kabul edilmez ise, savaş yoluyla cihad tercihi işaretlenir. Ki böyle bir savaş vuku bulduğunda da, savaş meydanının dışında kalan ve savaşla fiilen alâkası olmayan “sivil halk”a ateş edilmez. Çünkü cihad bir intikam ya da yakıp yok etme savaşı değildir. Savaş gibi en şiddetli bir hadisede dahi tezahür eden İslâm’ın bu mükemmel adalet anlayışı, Hıristiyan tebaaya bile, “Başımızda katolik külahı görmektense, Müslüman sarığı görmeyi tercih ederiz.” sözünü söyletmiştir.

Bunların dışında bir şeriat üzerine yaşayan topluluklara karşı zaten cihad yapılmaz. Hristiyan ya da Yahudi bir topluluk, eğer Müslümanların egemenliği altında iseler, cizye adıyla bilinen bir vergiyi vermeleri haricinde, kendi şeriatlarını bildikleri gibi yaşarlar. Tarihte bunun örnekleri çoktur ama en güzel örneklerinden birisi Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u almasından sonra Hıristiyan tebaya ve diğerlerine kendi dinlerini mevcut kurumlarıyla birlikte yaşama serbestiyeti tanımasıdır. Eğer İslâm’ın dinlere karşı (dinsizliğe değil!) bu hoşgörüsü olmasaydı, yan yana birbirine bakan cami-kilise-havra’lar tarihten günümüze miras kalmazdı.

 

Beraber güzelce yan yana yaşasak olmaz mı?

Aklını ters istikamette çalıştıran bazıları, bu açıklamalardan sonra “İslâm ya da Müslüman topluluklar neden kendi iç işleriyle ilgilenmiyorlar? Başka toplulukların ne yaptıklarına kafayı takıyorlar?” diye bir soru sorabilirler.

Bu soruya verilebilecek en güzel cevap, bir din olarak İslâm’la birlikte Müslümanların kalbine inen iman hakikatinin ne kadar yüksek ve ne kadar yüce olduğudur. Bu öylesine yüce bir hakikattir ki, tek bir tanesi için binler başlar verilse azdır. Dolayısıyla mü’minler mevcut dinler içinde vahyin şahitliğinde en mükemmel olduğuna inandıkları İslâm’ın tüm insanlara ulaştırılmasını ve onların bu hak dine davet edilmelerini (tebliğ) bir görev sayar ve zaten Allah da onları bununla sorumlu tutmuştur.

Başkalarının ne yaptığına bigane kalan bir din ya da mensupları, zımnen, ellerinde başkalarına sunacak değerde bir hakikat olmadığını kabul etmiş olurlar ki, İslâm ve Müslümanlar böylesi bir eksiklikten beridir. İslâm ‘lokal hakikate,’ sadece kendileri için geçerli doğruluğa sahip bir din değildir. İslâm’ın ve Müslümanların başka topluluklarla savaşmaları, bu açıdan bakıldığında, bir merhamet ve şefkat izi taşır aslında. Müslümanlar ellerindeki en değerli şeyi, sonu cennete varan bir reçeteyi, nev’inin diğer üyelerine de götürme, onları da doğru yola eriştirme gibi bir amaç etrafında birleşmiş insan grubu demektir.

Fakat, daha önce ifade ettiğim gibi, Müslümanlar bu reçeteyi diğer insanlara, topluluklara sunarken, asla adaletsiz bir yol takip etmezler. Bu anlamda, örneğin, kendi nefsinde ‘büyük cihad’ı yapmayan bir Müslüman topluluğun, dine davet amacıyla kafir de olsa bir toplulukla savaşmasının yeterli meşruiyete sahip olduğu su götürür.

İslâm’ın başka topluluklara ilgili olmasının bir diğer sebebi, ‘kötülüğün’ zamanla normalleşmesi tehlikesidir. Allah ve Peygamberinin haram kıldığını haram kabul etmeyen bir topluluğun yaptıklarını yapmaya devam etmesi, yeryüzünde o yapılanların âdeta ‘ikinci bir tabiat’ gibi yerleşik hâle gelmesini sonuç verir. Dolayısıyla zina, şirk, faiz.. gibi İslâm’da ve diğer hak dinlerde yasak kılınmış fiiller yapıla yapıla insanlar tarafından günah olarak görülmez hale gelebilir.

İşte bu yüzden İslâm açık bir biçimde büyük günahları bir toplumsal norm haline getirmiş toplulukları hoş görmez ve Müslümanların da bunu hoş görmesine müsaade etmez. Ayrıca bu kötülüklerin zaman içinde İslâm topraklarına sızma ve buradaki güzellikleri ifsat etme potansiyeli vardır ki, bu da göz ardı edilebilecek bir tehlike değildir.

Fakat tüm bunların ötesinde, İslâm’ın savaş yerine barışı ön planda tutan bir din olduğu, kendi dışındaki dünyayı ‘kör’ bir bakışla, daha baştan ‘gavur’ ve ‘düşman’ olarak adlandırmadığı gözlerden kaçmamalıdır. Ne kadar tahrife uğramış olsa bile, Yahudi ve Hristiyan topluluklara gösterdiği hoşgörü, inançlarına duyduğu saygı, bunun en güzel kanıtıdır.

 

Hıristiyanî yanılgı ve çarpıtmalar

İslâm peygamberinin (asm) elindeki kılıca işaret edip “inancını kılıçla yayma yöntemi uyguladı” suçlaması, sanılanın aksine, sadece Bizans İmparatoru II. Manuel’e veya Papa’ya ait değildir. Bu suçlamanın asıl sahibi, ana akım Hristiyan düşüncesidir.

Bu suçlamayı kazıdığımız zaman, altında Hıristiyanların “peygamber algısı’nı buluruz. Hıristiyanlar Hz. İsa’yı kendilerine göre zihinlerinde “doğru peygamber modeli” olarak kodladıkları için, o modelin dışında kalan her modeli peygamber olarak kabul etmeye şiddetle karşı çıkıyorlar. Hz. İsa’nın evlenmemiş ve savaşmamış olmasından hareketle, Hz. Muhammed’in hem evlenmiş hem de savaşmış olmasını güya bir peygambere yakıştıramıyorlar.

Oysa, Hıristiyanların bu yaklaşımlarını hem teolojik hem tarihî açıdan çürütecek ortada yeterince delil var ve bu delilleri onlar da biliyor. Hıristiyanlığın manevî yönü ağır basan, dünya hayatı yerine ruhî hayatı ön planda tutan tabiatına karşılık, İslâm manevî ve maddî olan arasında bir denge hâline ulaşmış bir dindir. Hz. İsa’yı örnek alan Hıristiyan din adamları (ruhban sınıfı), manastırlarda evlenmeden ve sosyal hayatın içine karışmadan yaşarlarken, İslâm dünya hayatını dinî yaşantının içine dahil etmiştir.

Dolayısıyla Hz. Muhammed’in evlenmesi ve savaşması, mü’minlere hayatın her boyutunu kapsayan şumüllü bir örnek olmasını sağlamıştır. Ayrıca İslâm’ın kutsal ile dünyevî, din ile toplum, ruh ile beden arasında keskin bir bölünme öngörmemesi, Hristiyanların zannettiği gibi İslâm’ın eksikliğini değil, bilâkis ona göre kemâline işaret eden bir delildir. 

 

Tarihî gerçekler

Bu noktada tarihin şahitliğine başvurmakta da fayda var. Okuduğumuz Peygamberler Tarihi eserlerine bakıldığında, Hz. İsa’nın otuz üç yaşında iken vefat ettiği ve yaşantısı boyunca çok az sayıda kişinin kendisine ümmet olduğu görülmektedir. O bakımdan, Hz. İsa’nın içinde yaşadığı topluluktan ayrılıp onlara karşı savaşması yahut başka bir topluluğa karşı savaşması fiilen mümkün değildi. Eğer mümkün olsaydı, kimbilir belki de Allah Hz. İsa’ya da ila-yı kelimetullah adına savaşmasını emredecekti!

Kaldı ki, Hz. İsa açıkça Allah’ı inkâr eden bir kavme peygamber olarak gönderilmedi. Onun gönderildiği topluluk, daha önce kendilerine çok sayıda peygamberin gönderildiği İsrailoğulları’ndan başkası değildi. Cenab-ı Hak Hz. Musa aracılığıyla kendilerine indirdiği Tevrat’ı tahrif ettikleri için ve Tevrat’la uygulanan ağır yahudi şeriatının bir derece hafifletilmesi için gönderdi Hz. İsa’yı İsrailoğulları’na.

Tarihî açıdan, Hıristiyanların gözlerden sakladığı bir başka gerçek de, Peygamberimiz dışında savaşmış olan peygamberlerin varlığıdır. Allah önceki peygamberler arasında kral peygamberler de göndermiştir ve bu kral peygamberler ordularıyla birlikte savaşmışlardır. Bunlar içinde en bilinen örnek, Hz. Süleyman’dır. Hz. Süleyman, Sebe kraliçesinin Müslüman olmasını sağladıktan sonra, zorba bir kralı yenerek Mağrib beldelerini fethetmiştir.

Bunun dışında, Musa aleyhisselâm da Allah’tan aldığı emir gereği, Mısır’da Firavun’un elinden kurtardıktan sonra İsrailoğulları’nı Beytülmakdis’te (Kudüs) oturan Ad kavminin torunlarıyla savaşmaya çağırmıştır. Fakat İsrailoğulları, bu çağrıya “Sen Rabbinle beraber git. İkiniz onlarla harp ediniz. Biz burada oturuyoruz!” diye cevap vermişlerdir. Bu itaatsizleri, onların Tih Çölü’nde kırk yıl perişan vaziyette yaşamalarına sebep olmuştur.

Son olarak, Hıristiyanların İslâm peygamberine yönelttikleri “şiddet düşkünü” ithamları da tarihî gerçeklerle taban tabana zıttır. Hz. Muhammed (asm) hâşâ şiddet düşkünü biri değildi. Eğer öyle olsaydı, az sayıda Müslümanın imanından dolayı büyük eziyetlere maruz kaldığı Mekke döneminde iken müşriklerle savaşırdı. Fakat o bazı Müslümanların “Neden dini açıktan yaymıyoruz?” ısrarları karşısında nasıl mutedil bir çizgide hareket ettiyse, “Neden hâlâ savaşmıyoruz?” ısrarları karşısında da aynı tavrı takındı. Allah’ın kendilerine savaşma izni ve emri verene kadar, hem Peygamberimiz hem Müslümanlar Mekke müşriklerinin kendilerine reva gördüğü eziyet, ağır hakaret, ambargo ve işkencelere karşı şahsiyetlerini ezdirmeden sabırla karşı koydular, ama asla kılıca sarılmadılar. Kanları döküldü, şehit oldular ama kılıca sarılmadılar.

 

“Dinin doğasında şiddet olamaz” iddiası

Papa’nın söyledikleri meydana gelen bütün patırtı kütürtüde aslında temel sorun, Hıristiyanların “din” ile “şiddet” arasında kategorik bir ayrım yapmasından kaynaklanıyor. Peki bu ayrım doğru mu? Örneğin, Allah bir peygamberine ve onunla beraber bulunan mü’minlere “savaşın!” emri veremez mi?

Bu soruya Allah’a gerçekten iman etmiş hiç kimse, “Hayır, Allah böyle bir emir vermez.” diyemez. Çünkü Allah, tanım gereği, tüm mahlûkatın yaratıcısıdır ve bunu hiçbir şeyin karşılığında yapmamıştır. Hiçbir yarattığına “borçlu” değildir O, üstelik tam tersine her yarattığı her şeyini Ona borçludur. Dolayısıyla verdiği canı istediği şekilde alma hakkına sahiptir. Hiçkimsenin, Hristiyanların da bu anlamda Allah’ın icraatını sorgulama, mütalâa etme yetkisi yoktur.

Hakikat böyle olmasına rağmen, Allah yine de yaptığı her şeyi pek çok hikmetiyle beraber yapar. Esma-i Hüsna’sının icap ettirdiği şekilde, hiçbir yarattığına adaletsizlik yapmadığı gibi, her yarattığının iyiliğini ister. İnsan hariç, ihtiyar ve irade gücü vermediği tüm mahlukat ve melekler zaten yaratılış amacına otomatik olarak uygun hareket eder. Fakat insan, iradesini kullanmayıp nefsinin ve şeytanın aldatmacılarını ihtiyar ettiğinde, kendi eliyle kötülüğün sümbüllenmesine yol açar. İşte Allah’ın kullarına gazabı da bu noktada devreye girer.

Hıristiyanlar tam burada yanılıyor ve yanıltıyorlar: Evet, din şiddetle yayılmaz, ama kendilerine hak dine davet çağrısı yapıldığı halde, yanlışta ısrar ediliyorsa, işte o zaman Kahhar olan Allah’ın şiddeti, farklı şekillerde, ama bazen de Onun muradını yeryüzünde gerçekleştirmeye çok istekli mü’minlerin kılıçlarında belirebilir.

Nitekim, Kur’ân-ı Kerim’de sonları helak ile neticelenen Ad, Semud, Nuh, Lut kavmi gibi pek çok halktan bahsedilir. Bunların durumlarına bakıldığında, hepsine muhakkak bir peygamber gönderildiği ve kendilerine Rabbinin hak sözünü yumuşak bir dille aktardığı görülür. Sorun, karşılığında ücret istenilmeyen ve tatlı dille yapılan bu davete icabet edilmediğinde başlar. Allah’ın peygamberi ve kitabı aracılığıyla ulaştığı kimseler, bunlara sırt çevirdiklerinde belli bir müddet sonra bir ceza olarak “şiddet”i hak ederler. Ve ceza, bu çerçevede bir zulüm değil, adaletin tecellisidir. Hıristiyanlar, şiddeti kategorik olarak reddetmekle, ilâhî adaleti de imkânsız hâle getiriyor ve İslâm Peygamberinden önce, aslında Allah’ı itham etmiş oluyorlar.

Halbuki şiddet eşyanın tabiatında vardır. Şiddeti kategorik olarak dışlamak, hem insanın ve eşyanın tabiatına, hem de adalet ve hak duygusuna aykırıdır. İslâm şiddeti kategorik olarak dışlamaz, insandaki şiddet eğilimini terbiye eder ve sınırlar. Batılı psikologlardan bazılarının, günümüz dünyasında görülen bunalımın önemli bir sebebinin insanın tabiatında bulunan şiddet enerjisinin uygun biçimde boşaltılamadığını belirttiklerini bu noktada belirtmekte fayda var.

 

İhtida gerçeğinin söylediği

İslâm’ın kılıçla yayıldığı safsatasıyla ilgili son olarak Avrupa da dahil Batı dünyasında yaşanan ihtidalardan bahsetmezsek, sözümüz eksik kalır.

1900’lerin başından beri İslâm âleminin önemli ölçüde sömürgeleştirdiği günümüz dünyasında, İslâm belki de dünya tarihinde en zayıf dönemini yaşamaktadır. Buna karşılık, gerek Müslümanlarla doğrudan temas ile, gerek İslâm’a dair kitaplar okumak suretiyle kendilerine bir din olarak İslâm’ı seçen Batılılar lisan-ı halleriyle şunu söylüyorlar:

“İslâm’ın kılıçla yayılmasına ihtiyaç yoktur. İslâm’ın kendine özgü fazilet ve değerleri, insanın hayatına kattığı anlam, bu dünya ve ötesi arasında kurduğu dengeli köprü, fikre getirdiği istikâmet, kalbe verdiği sükunet.. onun bir din olarak tercih edilmesi için yeter de artar bile.”

Batı dünyasında yaşanan ihtidaların da gösterdiği gibi, Allah yüceltmek istediğini en güçsüz olduğu bir zamanda yücelttiği gibi, yermek istediğini de en güçlü olduğu bir zamanda yerebilir.

Bugün Allah din olarak kendisine iman edenlere İslâm’ı seçmiştir. Resmi ağızlar, medya tetikçileri onu ne kadar terörle özdeşleştirseler de, İslâm’ın sahip olduğu “hüsn-ü mücerred” kalplerde makes bulmaya ve Allah’ın izniyle yayılışını sürdürmeye devam edecektir.

Hem de kılıç zoru olmadan!