TR EN

Dil Seçin

Ara

Anne

Adını “Kerem” koymuşlardı. Gözlerini Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı bir kreşte açmıştı. Aynı odada onun gibi irili ufaklı bebekler vardı. Ağlayan, öksüren, hapşıran ve uyuyan bebekler. Onları izlerken hiç canı sıkılmıyordu. Belli saatlerde beyaz önlüklü anneler gelip onlara biberonla mama veriyor, altı kirlenenlerin bezini değiştiriyorlardı.

Hasta olanları  hemen “revir” adı verilen başka bir odaya taşıyorlardı. Bir keresinde o da hastalanmış revire gitmişti. Doktor baba gelip muayene etmiş, ilaç yazmış, hemşire anne de bu ilaçları kendisine içirmişti. İlaç kokulu revir odasını sevmemişti. Bir an önce iyileşip diğer bebeklerin olduğu odaya ve kendi yatağına geri dönmek istiyordu.

Mama veren ve bezini değiştiren beyaz önlüklü anneler hep aynı anneler değildi; bazen değişiyordu. Kimisi güleç, kimisi de asık yüzlü idi. Asık yüzlüleri sevmiyordu. Mamasını yedirirken veya altını temizlerken konuşmuyorlar, işleri bitince gidiyorlardı. “Melek” adında, güleç yüzlü, konuşkan bir anne vardı. En çok onu seviyordu. Mama verirken onunla konuşuyor, şakalaşıyor, giderken de öpüyordu. Bir an önce büyümek, Melek anneyle konuşmak, ona sevdiğini söylemek istiyordu.

Melek annenin yardımı ile kısa zamanda yürümeyi ve hemen ardından konuşmayı öğrendi. Artık ona sevdiğini söyleyebilecekti. Ancak çok arzu ettiği bu isteğini yerine getiremedi. Melek anne bir haftadır gelmiyordu. Yerine, adını bilmediği, başka bir anne geliyordu.

“Melek anne nerde?” diye sordu yeni anneye.

“Anlatsam bilmem anlar mısın?” dedi yeni anne: “Melek evlendi, işi bıraktı.”

Yeni anne haklıydı. Anlamamıştı.

“Evlenmek nedir?” diye sordu kendi kendine. Sonra:

“İş nedir?” dedi.

Birinci soruya cevap bulamadı; ama ikinci sorunun cevabını bulmuştu.

“Melek anne evlenince beni bıraktı, öyleyse iş benim...” dedi.

Melek anneyi artık sevmiyordu. Çünkü evlenip onu terk etmişti.

Dört yaşına gelince ana okuluna başladı. Yeni öğretmen annelerle ve Müdür babayla tanıştı. Yaşıtlarıyla birlikte oyun oynuyor, şarkı söylüyor, resim yapıyor, sayı saymasını öğreniyordu. En çok masal saatini seviyordu. Bazen öğretmenleriyle birlikte otobüse binip kırlara piknik yapmaya gidiyorlardı. Otobüse binmeyi ve piknik yapmayı da çok seviyordu.

İki sene sonra, arkadaşlarıyla birlikte, ilköğretim okuluna başladı. Okula kurumun minibüsüyle gidip geliyorlardı. Sınıfında tanımadığı başka çocuklar da vardı. Onlarla konuşmaya çekiniyordu. Kurumdaki çocuklara benzemiyorlardı. Sanki başka bir dünyadan gelmiş gibiydiler.

Teneffüs zili çalmış, sınıftan çıkıyorlardı. Arka sırada oturan bir kız çocuğu kendisine yaklaştı:

“Senin annen yok mu?” dedi.

Kerem:

“Öğretmen annelerimiz var.” dedi.

Kız güldü:

“Peki, baban var mı?” dedi.

“Müdür babamız var.” dedi Kerem.

Kız yine güldü. Koşarak bahçeye çıktı. Kerem, kız çocuğunun kendisine gülmesine bir anlam verememişti. Verdiği cevaplarda gülünecek bir şey yoktu. Bakıcılarına, öğretmenlerine hep “anne” demişlerdi. Müdürlerine de “Müdür Baba” diyorlardı ve kimse bunu komik bulmuyordu. Üzüntüyle başını kaldırdı. Kendisine soru soran kız çocuğu uzaktan arkadaşlarına onu gösterip bir şeyler söylüyor, hep birlikte gülüyorlardı.

Sonunda arkadaşlarından gerçeği öğrendi. Kendilerine benzemeyen çocukların bir annesi, bir babası, kardeşleri ve birlikte oturdukları bir evi vardı. Büyük anneleri, büyük babaları, amcaları, dayıları, teyzeleri, halaları vardı. Çocuk esirgeme kurumuna getirilen bebeklerin de mutlaka bir annesi, bir babası ve akrabaları olmalıydı.

Bir şey daha öğrenmişti Kerem:

Bebekleri anneler doğuruyordu. Acaba kendisini doğuran anne kimdi ve şimdi neredeydi? Onu bir cami avlusuna bırakıp kaçmış mıydı? Yoksa, doğururken ölmüş müydü? Annesi ölmüş ise babası neredeydi?

Kim bilir, belki Kerem ömrünün sonuna kadar bu soruların cevabını bulamayacaktı. Annesiz açtığı gözlerini annesiz kapatacaktı...