Dünyayı, hem suyu, hem de havayı kirletiyoruz. Çok da büyük bir hızla. Dünyamız, birçok hatamızı affedecek kadar güzel bir dengeleme sistemi ile korunduğu halde belki de tüm kutsal kitaplarda emredildiği şekilde temizliğe dikkat etmediğimiz için bu ilahi denge dahi, ilahi bir cezayı bize vermek üzere bozulmakta.
Öylesine güzel ki, kaybetme korkusu içimizi sarmış gitmiş. Hele ki hayat nimetinin sadece dünyada geçirilen 60-70 seneden ibaret olduğunu düşünenler için daha da zor bozulan, kirlenen dünyayı kabullenmek.
Soru hep aynı: “Ne olacak bu küresel ısınma?”... Şubatta okulları 1 hafta tatil eden, malûm gazetelerin “beyaz afet” dediği, “beyaz ahenk” üzerine çizilen bir karikatürde gördüğüm espri üzerine bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Karikatürde tipi altında titreyen iki kişiden biri diğerine soruyordu:
“Hani küresel ısınma vardı kardeşim donuyoruz..!!”
Evet neredeydi bu küresel ısınma? Madem uzaydaki mavi küremiz ısınıyordu, bu kadar çok yağan kar da neyin nesiydi?
Soruyu soranlar bu sorularında haksız değiller gibi görünüyor. Mesela 2004 yazı evvelki yazlara nazaran daha “az sıcak” bir yazken, kış başta yumuşak geçmesine rağmen şubat ayında yine yapacağını yaptı ve yollarımızı kapatıp okullarımızı 1 hafta tatil etti. Acaba kandırılıyor muyduk “küresel ısınma var” diyenlerce?
Ancak televizyon haberlerinde, gazetelerde, bilim dergilerinde sürekli okuyoruz ki dünyanın ortalama ısısı yükseliyor ve buzullar erimeye başladı. Bunun neticesinde belli bir zaman sonra denizlerin yükseleceği, tarım arazilerinin kaybedilip dünyanın açlığa mahkûm olacağı gibi felâket senaryolarının gerçeğe dönüşeceğinden bahsediliyor. Hatta bu etkilerin ortaya çıkmaya başladığı konusunda bilgiler dolaşıyor internette. Erimiş buzul fotoğrafları, sert kasırgalar ve kuraklaşan bölgeler gibi birçok olay küresel ısınmanın delili olarak karşımıza çıkarılıyor. Bunun ne kadar doğru olduğu, doğru ise neticesi ne olacak gibi konuları ele almadan önce ciddi olarak bilmeliyiz ki, küresel ısınma gerçek ise, ortaya çıkacak sorunlar sık sık duyduğumuz esprilerdeki gibi “olsun ısınsın zaten üşüyoruz” veya “benim için farketmez evde ve arabada klima var” şeklinde hafife alınacak kadar basit değildir.
Temel sorun şu ki küresel ısınmanın kaynağının insan aktiviteleri olması konusu hâlâ bir “teori” durumunda. Yani kimse ölçülen ısınmanın sebebinin atmosfere yüklediğimiz karbondioksitten kaynaklanan sera etkisi olduğunu ispat edebilmiş değil. Bunun sebebi ise ölçümlerin karşılaştırılacağı verilerin elimizde olmaması.
İklim ve hava durumu gibi konulardaki tahminlerin ve enformasyonun oluşturulmasında hassas birikimler gerektiren bir bilimden faydalanılır. Bu bilim istatistik bilimidir. Meselâ ilkokuldan hatırlayacağımız “Akdeniz bölgesinde yazlar kurak ve sıcak, kışlar ılık ve yağışlı geçer.” bilgisi eskiden beri tamamen istatistikî kayıtlara dayanan, zamanla gelişen teknoloji ile diğer bilimlerin de desteğini alıp sebepleri ile ortaya çıkmış bir bilgidir. Ama teknoloji çağı öncesinde de belki o çağdan da yüzyıllar öncesinde bile bu bölgede yazların kurak ve sıcak, kışların ılık ve yağışlı geçtiği ve geçeceği bilinirdi. Atmosfer, basınç, hava kütleleri, sıcak - soğuk su akıntıları gibi havayı etkileyen fiziksel etkilerin hiç bilinmediği eski çağlarda dahi bu bölgenin nasıl bir iklime sahip olduğunun bilinmesindeki temel unsur istatistikti. Yazılı olmasa dahi, ağızdan ağıza dolaşan bilgiler her yer için iklim özelliklerini ortaya çıkarabiliyordu. Çünkü iklim sürekli yaşanıyor ve insanların hafızasında yer ediyordu. 1 yıllık bir mevsim döngüsü, çocukluğundan 20’li yaşlara kadar aynı bölgede yaşayan insanların hafızasına yerleşiyor ve her ay havanın yaklaşık nasıl olacağı biliniyordu. O çağlardaki diğer bir bilgi ise Güney yarımküre ve dünyanın yuvarlaklığı tam olarak bilinmediğinden, kuzeye gidildikçe veya yükseğe çıkıldıkça havanın soğuyacağı idi.
Bir bölgede belli bir süre yaşayarak oranın ikliminin kolayca öğrenilmesindeki sebep insan ömrünün birçok yılı içermesi yani bir ömür boyunca aynı mevsim döngüsünün sürekli yaşanabilmesi ve kaydedilebilmesidir. Bölgenin en yaşlıları, bu konuda en çok bilgili olanlardır. Hâlen de uzak bir köye gittiğinizde yaşlılarla havayı konuşursanız, bölgeye göre “mart kapıdan baktırır kazma kürek yaktırır” gibi çok doğru sözlerle karşılaşırsınız. Hatta “bizim buralara yaz mayıs 15’ten sonra gelir” gibi net tarih verilen yorumlar da duyabilirsiniz. Bu ise o bölge insanının yaşına göre 40-50-60 kere aynı olayı yaşamasından kaynaklanır. Bu sözlerle 40-50 yıllık günlük hava sıcaklığı istatistiklerini karşılaştırdığınızda bir de şaşırırsınız ne kadar doğru yorumlanmış diye!
İklim konusunda atmosferik hadiseleri inceleyen bilimleri hiç bilmeden bu kadar net bilgi verebilen büyüklerimiz varken, dünyada hiç gitmediğimiz bir noktayı enlem boylam yükseklik vesaire tüm bilgileri toplayıp, bu işin âlimi konumunda olan birine versek ve istatistikî birikimi kullanmadan iklim özelliklerini çıkar desek, sadece istatistik kullanan birine nazaran çok daha hatalı tahmin yaptığını görürüz. Çünkü atmosferdeki olaylar tam olarak makro boyuttadır ve istatistikleri ele almadığımız takdirde mutlaka bir şeyleri atlar ya da eksik tahmin ederiz.
Küresel ısınmada da şu anki araştırmalar aynı istatistik birikim olmadan yapılan iklim belirleme çalışmalarına benzemekte. Eğer elimizde dünyanın ortalama sıcaklığına dair günlük bazda 20-30 bin yıllık veriler olsaydı, çok kolaylıkla söyleyebilirdik ki küresel ısınmanın kaynağı insan aktiviteleridir. Ama açıkçası sıcaklığı belli bir ölçekte ölçmeye başlamamız birkaç yüz yıllık bir geçmişe dayanıyor. Daha eskiye ait bilgiler sadece “o kış boğaz donmuştu”, “sıcaktan balmumu kaplamalar erimişti” gibi belli maddelerin hal değiştirmelerine bağlı çok da kesin bilinmeyen ve ekstrem dediğimiz uç sıcaklıkları belirleyen verilerdir. Dünyamızda 10-15 bin senedir yaşayan insanlar da olmadığı için kişilerin yaşayarak öğrendiği bir verimiz de olamıyor maalesef. Eğer ömrümüz binlerce sene ile ölçülebilseydi şu şekilde istatistikî birikimlerimiz olabilirdi: “Evladım her 300 yıl tamamladığında 50 sene sert kış yapar.” veya “900 yılda bir yazlar 100 sene boyunca çok sıcak geçer.” Bu durumda işin içinde, kozmik etkilere veya bilemediğimiz bir atmosferik çevrime ait bilgiler de olurdu ve bu periyodik değişimlerin normal mi anormal mi olduğunu tespit edebilirdik. Ancak ömür sermayemiz dünya dinamikleri açısından kısıtlı olarak verilmiş ve bu yüzden de dünya iklimine ve ortalama sıcaklıklara ait çok eskilere dayanan verilerimiz yok. Bu yüzden bilemiyoruz acaba şu anda ölçtüğümüz “küresel ısınma” 3000 veya 5000 yılda bir tekrar eden periyodik bir ısınma mı yoksa atmosfere saldığımız karbondioksit miktarı sera etkisini başlatacak boyutlara mı geldi, ya da her ikisi de mi doğru? Bu soruların cevabı olarak genel ölçümler ve bilim adamlarının mutabık kaldığı nokta ise insan aktivitelerinin en azından bir miktar bu ısınmaya katkısı olduğu yönünde...
Küresel ısınmayı net olarak ölçüp cevap veremememizin ve yol açacağı etkileri kesin şekilde belirleyemememizin diğer bir sebebi ise dünya atmosferinin çok büyük ölçekli dinamiğidir. Örneğin yine ilkokul bilgilerine dönecek olursak, kuzey yarımküredeki en kısa günün yaklaşık 21 Aralık’a, en uzun günün de yaklaşık 21 Haziran’a denk geldiğini biliriz. En kısa gün demek güneşin etkisinin bize en az ve en kısa süreli ulaştığı gün demek olduğu gibi, en uzun gün ise güneşin etkisinin bize en çok ve en uzun süreli ulaştığı gün demektir. Peki kuzey yarımkürede, meselâ ülkemizde en soğuk günler ne zaman yaşanır? Bu konudaki yüzyıllık istatistikler şubat ayının başlarını gösterir. Şubat ayı başlarında ülkemizde günler, meselâ 10 şubatta İstanbul için 21 Aralık’a göre 1 saat 15 dakika daha uzundur peki niçin en soğuk zaman 21 Aralık değil de Şubat başındadır? Bu tamamen dünya atmosferinin dinamiği ile ilgilidir. Soğuma âniden olmaz. Atmosfer etkileri 40-45 gün kadar absorbe eder, yani bir miktar direnir ve bir 21 Aralık’ta yaşamamız mantıklı görünen en soğuk günleri Şubat’ta yaşarız. Aynısı 21 Haziran için de geçerlidir. 21 Haziran’da yazın en sıcak günü yaşanmaz. Bu da atmosfer dinamiğinin neticesidir ve en sıcak günler yine 40-45 gün sonra Ağustos ayı başlarına denk gelir. Ağustos başında günler 21 Haziran’a göre 1 saat 5 dakika kısalmış olduğu halde... Buradan yola çıkarak şu neticeye varılabilir ki dünyayı karbondioksitle doldurmuş olsak bile bunun en kötü etkilerini yaşamamız için önümüzde belki 50 belki 100 sene var. Ama dünyanın dinamiği bir noktada bozulacak ve o günleri yaşayacağız. Biz değil ama kirlilikte hiçbir kusuru olmayan çocuklarımız ya da torunlarımız. Aynı şekilde bu etkiler başladığında atmosfere salınan tüm karbondioksiti durdursak bile normal iklime dönülmesi yine yüzyıllar sürecek. Hesaplandığına göre şu an karbondioksit salınımını durdursak dahi dünya daha 50 yıl ısınmaya devam edecektir. Yazının başındaki soruya ise cevap verme zamanı ancak şimdi geliyor. Tabii ki kar yağmaya devam edecek ve biz de üşümeye devam edeceğiz. Hatta dengelerin bozulma sürecinde “küresel ısınma” bazı bölgelerde sert kışların geçmesine de sebep olacak. Bunu çok seyrek de olsa Mart veya Kasım aylarında yaşanan ekstrem sıcaklık artışı veya düşüşlerine benzetebiliriz. Mevsim döngüsüne göre ısınma veya soğuma sürecinin kararsızlık gösterdiği ilkbahar ve sonbahar aylarında bazen yazı, bazen kışı yaşarız. “Yaz gitmedi veya gelmedi.” deriz. Bu bahar aylarında değişmekte olan dengelerin, geride kalan mevsimden miras olan büyük sıcak veya soğuk hava kütlelerinin marifetidir. Aynısı “küresel ısınma” sürecinde de olacaktır. Yani bazen çok üşüyecek, bazen de sıcaktan bunalacağız. Ama sonuçta mutlak bir sıcaklık artışına doğru yol alıyor olacağız. Bu yüzden “Hani küresel ısınma vardı, soğuktan donuyoruz..!” esprisi aslında küresel ısınma ile ilgili farkında olmadan yaptığımız bir itiraftır.
Evet dünyayı, hem suyu, hem de havayı kirletiyoruz. Çok da büyük bir hızla. Dünyamız birçok hatamızı affedecek kadar güzel bir dengeleme sistemi ile korunduğu halde belki de tüm kutsal kitaplarda emredildiği şekilde temizliğe dikkat etmediğimiz için bu ilahî denge dahi ilahî bir cezayı bize vermek üzere bozulmakta. Çevre bilinci açısından hiçbir dinde kirlilik ortaya çıkaracak davranışların tasvip edilmediğini biliyoruz. Demek ki sınırı geçtik ve Rabbimizin aldığı koruma tedbirlerinin yine onun takdiriyle belirlenmiş limitlerini aştık. Yine onun diğer bir nimeti olan bilim, bize bu konuda yardımcı olup yaklaşan tehlikeyi haber verirken, kirletmeye devam etmek ancak insan nefsi ve doyumsuzluğunun getirdiği bir davranışın eseri olabilir. Gittikçe kalabalıklaşan ve bizi beslemekte zorlanan dünyamızı daha fazla yormamamız gerekiyor.
Burada küresel ısınma ile ilgili, yaşayan her canlının en büyük korkusu olan ölümün aslında rahmete açılan pencere yönünde bir mucize olduğu, dünya ve üstündekiler yaratılmadan çok önce ortalama insan ömrünün çok ince bir hesapla belirlendiği de mucizevi bir şekilde ortaya çıkıyor. Şöyle ki, ortalama insan ömrü onlarca değil de yüzlerce yıl sürecek şekilde ayarlansaydı, dünya dengeleri aşırı artan nüfus yüzünden çok önceden bozulacak ve gezegenimiz, üzerinde yaşanmaz bir yer hâline gelecekti. İnsan ırkının dünyada ortalama ısıyı değiştirecek duruma ve nüfus yoğunluğuna gelmesi yüz binlerce yıllık bir zaman alıp ancak İslâm âlimlerinin ittifakla kabul ettiği kıyamete çok yaklaştığımız bu zamanlarda ortaya çıktı. Yani hemen kalabalıklaşıp dünyayı batırmadık. Bu durumda şu kesin olarak anlaşılıyor ki dünyayı yok etmeden neslimizin devamı için ömrümüz 60-70 sene ile sınırlı olmak zorundadır. Dünya daha uzun ömürlü “kirletici varlıkları” kaldıramaz. Çünkü uzun ömür kalabalık dünya demektir. Küresel ısınmanın ince bir plan neticesinde ortaya çıkıyor olması ise yine dünyanın ve üzerindekilerin evrimle kendiliğinden oluşmuş değil, bir sebep için yaratıldığının ispatıdır zira, tek hücreden balığa, solucana yılana sonra maymuna dönüşümün hepsi doğru olsa bile evrim dünya dinamiğinin bozulmaması için ömrümüzün bu kadarda kalmasını ve daha uzun yaşarsak dünya dengelerinin bozulacağını hesaplamış olamaz. Ama kendi kitabında yazılı olduğu kadarı ile evrim, yaşayanın isteklerine ve ihtiyacına göre gelişimi ve uyumu öngörür. Herhalde her canlının en büyük isteğinin dünyada sürekli veya “mümkün olduğu kadar uzun” kalmak olduğunu inkâr edemeyiz. Evrim niçin en büyük isteğimizi karşılamak için bize binlerce yıl ömür vermemiş? Vermemiş çünkü o hiçbir şey veremez, çünkü kendisi bile var değil.
Küresel ısınma tehdidi ile şunu görüyoruz ki, aslında ömür sermayemiz gerçekleri anlamak ve dünyayı temiz tutmak adına yeterli, ama vurdumduymazca keyif sürüp kirletmek söz konusu olunca, ölüm neslimiz için gerçek bir kurtuluştur. Düşünün ki suçlarla günahlarla yüklenmiş, gittikçe daha çok ihtiyacı ortaya çıkıp daha çok kirleten bir beden dünyadan giderken, tertemiz masum bebekler merhaba diyor dünyaya. Bu çevrim neslimizin devam etmesi, nisbeten daha temiz bir dünyada yaşaması için son derece iyi hesaplanmış bir gerçeği ifade ediyor. Ama başta belirttiğim gibi hayatın sadece bu dünyada geçen 60-70 yıldan ibaret olduğunu, ölümün yok oluş anlamına geldiğini düşünenler bu kirlilikten daha fazla korkuyor, hem sonraki hayatlarında tertemiz bir cennette yaşayacaklarını bilmiyorlar, hem de farkında değiller ki asıl kirliliği yaratan zihniyet her şeyin kendi hayatıyla birlikte sona ereceğini düşünen, hem de böyle düşünüp, ‘benden sonra tufan’ deyip kirletmeye devam eden zihniyettir