TR EN

Dil Seçin

Ara

Amerika Dedikleri

Lufthansa Havayolları’na ait devasa uçak upuzun bir yolculuktan sonra Atlas Okyanusu’nu geçtiğinde, yaklaşık on ay sürecek Amerika tecrübemiz başlamış durumdaydı. On bin küsur metre yüksekten gördüğümüz manzaraya bakılırsa, yeşil bir diyara doğru uçuyor olmalıydık. Uçağımız Boston yakınlarında yavaş yavaş alçalmaya başladığında ise, ilk kez adım atmaya hazırlandığımız bu diyarın Allah’ın arzında yeşille mavinin buluştuğu diyarlardan biri olduğundan emindik artık. Ormanlar, irili-ufaklı göller, uçaktan bile rahatça farkedilen geniş ırmaklar, ormanlar arsına kurulmuş şehirler... Bizi taşıyan uçak ince uzun Long Island üzerinden New York’a yaklaştığında ise, ABD’de zenginliğin boyutlarına dair ilk izlenimlerimi de edinmiş sayılırdım. Altımızda uzayıp giden Long Island, biri biterken diğeri başlayan geniş bahçeli, havuzlu, tenis kortlu, kim bilir kaç odalı binlerce, belki on binlerce yazlığı, malikâneleriyle, insana bu ülkenin zenginlerine dair bir fikir veriyordu.

JFK havaalanına inip ayağımız yere bastığında ‘Amerika gerçeği’ adına gözümüze ilk çarpanlar ise, o güne dek yaşadığım diyarda âşinası olduğum üniformalı ve silahlı insan manzaralarının, 11 Eylül sonrası bu ülkeye inen ilk uçaklardan birinin yolcuları olmamıza rağmen, son derece az olmasıydı. Bu arada, ABD’ye giriş ânındaki kontrollere dair önceden duyduğumuz söylentilerin her hâl ve şartta aynıyla vâki olmadığını gözümüzle görcektik. Ne zaman o ‘sıkı kontrol’den geçeceğimizi merak eder halde ilerlerken, kendimizi JFK havaalanının çıkış kapısının eşiğinde bulmuştuk zira.

Oradan gerisi, Amerika’ya ilk gelişinde sanırım herkesin edindiği türden izlenimlerdi. Konaklayacağımız yere gidesiye kadar, işaretler ve bilgi veren levhalarla yönlendirilmiş bir trafik sistemi, geniş yollar, büyük kısmı içinde tek kişi barındıran arabalar, New York banliyölerinin bakımsız gökdelenleri, soluk çehreli apartmanlar, ama onlardan da fazla, bahçeli müstakil evler, ormanlar ve göller arasına yayılmış iri kıyım iş ve alışveriş merkezleri...

Amerika’daki ilk saatlerimizde edindiğimiz bu izlenimleri ilk günlerin izlenimleri takip etti. Gündelik hayattan insan manzaraları idi bunlar: ağaçlı ve geniş sokaklarda her yaştan ve renkten koşu yapan insanlar, bahçesinde çim kesen insanlar, rastladığı herkese tebessüm dağıtıp selam veren insanlar, her renkten ve ırktan insanlar, çok az kısmı zayıf, çoğunluğu şişman insanlar...

Bu ilk günler, gözümle gördüğüm Amerika ile ‘filmlerdeki Amerika’ arasındaki farktı farketmemi sağlayacaktı. Filmlerdeki Amerika da, bir Amerika gerçeğiydi muhtemelen; ama Amerika o görüntülerden ibaret değildi. Yalnızca New York-Boston arasını ayrıntısıyla tanımaya başlamam dahi, bu koca ülkenin, filmlerde görülenden, meselâ Manhattan veya Beverly Hills veyahut Miami sahilinden ibaret olmadığını anlamama yetmişti. Filmlerde görülen Amerika’nın gördüğüm Amerika’ya en ziyade benzeyen tarafı, bu ülkede evlerin, şehir merkezleri hariç, gerçekten bahçeli, ahşap, iki katlı, geniş evler olmasıydı. Ama, filmlerde görülenin aksine, geldiğimiz şehirde, Amerikan filmlerine hâkim olan açık saçık sokak manzaralarına da, trafiğin akışı içinde bir anda beliriveren polis otolarına da, yakınında insanların kendilerini pazarladığı bar manzaralarına da bir kez olsun rastlamış değildik.

Bu diyarda beni ilk anda sarsan bir diğer olgu, insana değer verildiğini hissettiren düzenlemelerdi. Meselâ trafik arabaya değil, yayaya öncelik tanır şekilde düzenlenmişti. Sokak başlarında karşıya geçerken yayanın ‘önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa’ bakması değildi kural; araba sahibinin sokak başlarında her hâl ve şartta durması, yaya görürse beklemesi, yaya geçtikten sonra yola devam etmesiydi. Hemen her yerde, yaşlılar ve sakatlar için özel park yerleri ve tuvaletler vardı. ‘Selam’, ‘iyi sabahlar’, ‘iyi günler’, ‘teşekkür ederim’, ‘özür dilerim’ gibi sözler, insanlar arası diyaloglarda hemen herkese karşı sıkça kullanılmaktaydı.

Dünyanın en büyük askerî gücüne sahip bu ülkede üniforması içinde bir asker veya polis görmeden geçen haftalarım olmuştu. Üniforma, silah, askerî araç, kışla gibi insana sürekli ‘izlendiğini’ hatırlatan unsurların bu ülkede gündelik hayatın içinde rastlanmayışı dikkat çekiciydi benim için. Günler geçtikçe, evden dışarı çıkarken ‘nüfus cüzdanım yanımda mı?’ kontrolü yapma refleksini bu ülkede unutmamın mahzuru olmadığını öğrenmiştim. Ve böylesi durumlar, doğup büyüdüğüm diyarda silahlı insanların gölgesinde nasıl bir ‘otokontrol’ yaşadığımı farketme imkânı sağlıyordu bana.

Bir başka husus, kablosuz izlenebilen en büyük TV kanallarının, sütten çıkmış ak kaşık olmasalar da, malûm Türk kanalları kadar müptezel olmamalarıydı. Öte yandan, şehirler arasında dolaşırken, bu ülkede kilise sayısının tahmininizin çok üstünde olduğunu anlıyordunuz. Zaman içinde ise, sivil toplum kuruluşlarının çok güçlü olduğu ve çok iyi örgütlendiği bu ülkede, kilisenin ‘sivil toplum’ içindeki gücünü...

Her bir Amerikan şehri, dünyanın özeti gibiydi sanki. Filmlere hâkim olan sarışın uzun boylu insan kalabalığının aksine, Amerikan şehirlerinde siyahların ve İspanyol asıllı göçmenlerin belirgin bir ağırlığı vardı; hemen her orta boylu şehirde, varlıklı beyazlar şehir merkezini terk etmiş, civarda lüks müstakil evlerde yaşamayı seçmişlerdi. O yüzden, kırsal kesimdeki beyaz renk hâkimiyetine karşılık, Amerikan şehirlerinde dünyanın her kıt’asından, her renk ve dilden insana rastlamanız mümkündü. İstanbul’da oturan insanlar ‘Aslen nerelisiniz?’ derken nasıl Türkiye içinde bir şehri kastediyorlar ise, buradaki insanlar aynı soruyu dünya üzerindeki bir ülkeyi kastederek soruyorlardı. Bu ülke, bu renkli görüntüsüyle, ‘çeşitlilik’ ve ‘çoğulculuk’ mesajı taşıyordu insana. Bu çeşitlilik içindeki insanların İslâm’ın davetine teslim olanlarını bir Cuma namazında bir arada görmek ise, bu ülkede yaşanan zevklerin belki den en birincisiydi.

Sözün kısası, edindiğim ilk izlenimler, Amerika adlı ülkenin insanların düşünce ve inançlarından dolayı horlanmadan, yeşillikler içinde, kâinatla baş başa, özgürce yaşadığı bir ülke olduğu şeklindeydi. “İlk izlenim için ikinci bir şansınız yoktur.” diye bir atasözleri bulunan Amerikalıların, bu tek şanslarını iyi kullandıkları ortadaydı.

Ki, bu ilk izlenimde, öz vatanında ötekileştirilmiş insanlar olmamızın, onca yıldır ‘bizi ayıran duvar’ın hüznüyle beslenen gönül acıları yaşamışlığımızın herhalde rolü vardı.

Gerçi, gelirken, özel bir önyargıya sahip olmadan bu diyara gelmiştik. Gördüğümüz Amerika’yı tanımaya çalışacaktık; ‘görmek istediğimiz’ veya ‘görmeye meyilli olduğumuz’ Amerika’yı değil. “Adamlar bitmiş arkadaş” demek için de, “Adamlar başka arkadaş!” demek için de bu kadar yol tepmeye gerek yoktu doğrusu. Hem, bizim ‘bambaşka’ olmadığımızı evvelce bildiğimiz gibi, tek başına ordular devirip ülkeler kurtaran Amerikalı imgesini filmlerden gerçek hayata taşımaktan bizi alıkoymaya yetecek kadar aklımız vardı.

Diğer taraftan, gerek Rabbimizin bizi içinde yarattığı şartlardan razı oluşumuz, gerek tarih, ekonomi ve siyaset bilgimiz, bu diyarı ‘rüyaların gerçekleştiği ülke’ olarak görmekten hep alıkoymuştur bizi. ‘Kapağı Amerika’ya atarak’ rahata ermeyi düşünenlerden değildik; zira zaten rahattık, zira razıydık O’ndan. Kendi ülkesini terke mecbur kalanların, gelişmek istediği alanda kendi ülkesinin yetmediğini görenlerin, hatta “Şu Amerika neymiş bir göreyim” diyenlerin ve başkalarının bu ülkeye gelişini anlayabilirdim; ama Amerika’yı ‘örnek ülke’ görenleri asla. Bu ülkenin has yerlisi olan Kızılderililerin ve yerlisi oldukları diyardan koparılıp köleleştirilen Siyahların başına gelenleri hiç unutmadığım gibi, hâlihazır Amerikan zenginliğinin gerisinde yatan zulümleri, meselâ Amerikan çıkarları uğruna korunan diktatörlükleri, hele Amerikan çıkarları uğruna açlığa ve ilaçsızlığa mahkûm olup ölen Irak çocuklarını unutamazdım. Vaktiyle burada yaşayan Kızılderililer öldürüldüğü için bu geniş yolların yapıldığını bildikten sonra o yolların genişliğine övgü düzemez; bu ülkede benzin kendi ülkemden üç kat ucuzsa aradaki farkı meselâ Irak’ta veya Afganistan’da veya Filistin’de ölen çocukların ödediğini bildikten sonra ‘ucuz petrol’ ile ‘rahat yolculuklar’dan söz edemezdim.

Hem, kendi Amerika tecrübesini ‘Ne Amerika sanıldığı kadar iyi, ne Türkiye sanıldığı kadar kötü’ diye özetleyip mutedil ve dengeli bir yaklaşımı öğütleyen bir arkadaşım vardı.

Yine de, bu ülkeye geldiğimde Pascal’ın sözünü ettiği bir durumun başıma geldiğini sonradan farkedecektim. Mahkemeye düşecek olsam, davama bakan hâkimin arkadaşım olmasını asla istemem diyor Pascal. Çünkü, diyordu, tarafsız olmalıyım diye masum da olsam aleyhimde karar vermesinden korkarım. Günler geçip Amerikan hayatının biraz daha içine girdikçe, Pascal’ın korktuğu hâkimlere benzediğimi anlayacaktım. Bu diyara gelmeden zihnimde yer etmiş kanaatlerin yarıdan çoğunun olumsuz olması, önyargılı olmama gayreti içinde, bu diyarı ilk elde fazla hüsnü niyetle değerlendirmeme yol açmış olmalıydı. Hayır, durum o kadar da parlak değildi burada. İlk günlerde beni çarpan parıltılı makyaj, gün gün erimeye başlamıştı zira. Amerika, asıl şimdi ‘olduğu gibi’ çıkmaya başlıyordu karşıma.

Amerikan tarzı hayat’a intibak sürecinde beni sarsan ilk olgu, devasa mağazalar olgusuydu. Burada işler, karşıdaki bakkal, yanındaki nalbur, ilerideki fırın.. ile hallolmuyordu. Gıdadan ev gereçlerine, giyimden elektroniğe hemen her alan, sokaklarda gözünüze çarpan ‘çoğulcu’ manzaranın aksine, birbirine rakip birkaç firmanın elindeydi. Ya biri, ya öteki, ya üçüncüsü; seçmekte özgürdünüz! Bu firmalar, daha küçükleri veya daha zayıfları yuta yuta bu hâle gelmişlerdi muhtemelen. Çoğu Amerika’nın her tarafına yayılmış binlerce mağazası bulunan bu firmaların ancak yüz milyonlarca, belki de milyarlarca dolar sermayeye sahip olmaları gerektiğini anlıyor; iş bu sermayenin nasıl temin olunduğu sorusuna geldiğinde ise, Amerikan hayatının bir numaralı gerçeğini kavrıyordunuz: kapitalizm. Kulakları çınlasın, müdakkik bir iktisatçının vurgusuyla, sözümona serbest piyasacı maskenin altında piyasa düşmanı yüzü sırıtan kapitalizm.

Hayır, bu ülke, öyle filmlerde veya uydurma hikayelerde anlatıldığı üzere, ‘fırsatlar ülkesi’ olamazdı. Öyle, beş kuruşsuz gelen bir insanın küçük bir dükkan açıp işini büyüte büyüte devasa bir ‘mağazalar zinciri’ne ulaştığı bir yer olamazdı burası. Böyle üç-beş kişi varsa, bu hayal içinde ömür boyu karın tokluğu yaşamaya mahkûm hâlde bu ülkede nefes tüketen insanların sayısı üç-beş milyondan çok çok fazlaydı. Vakti olsa, Ellis adası kayıtlarına bakıp, bu insanların torunlarının bugün ne durumda olduğundan hareketle, ‘Amerikan rüyası’nın kaç insan için ‘kâbus’ anlamına geldiğinin istatistiğini çıkarabilirdi insan. O kadarına vaktim yoktu ama, dedeleri bu ülkeye göç etmiş olup torunları dahi küçük bir maaşla geçimini sürdürmeye devam eden insanlar tanımıştım. Bu ülkede, ancak doktorluk, avukatlık, mimarlık, öğretim üyeliği gibi özel beceri gerektiren mesleklerde uzmanlaşan insanlar kendi emekleriyle iyi bir gelire ulaşabilirlerdi; yoksa, öyle büyük şirketler kurmak, ‘sıfırdan başlayanların’ kârı asla değildi. Sıfırdan başlayanların sıfırı da tükettiği bir ülkeydi burası. Büyük hâle gelmek için zaten büyük olmayı gerektiren bir yerdi. Yoksa, ‘corporate America’ tabiri gündelik hayata dahi niye yerleşsindi.

Tek bir mağazasında milyonlarca dolarlık mal barındıran mağaza zincirlerinin arka planını anlamaya çalıştığımda karşıma çıkan, ülkemizde de çoğalmaya başlayan bu zincirlere boşuna ‘zincir’ denilmediğiydi. Her teşebbüsü kapitalizme mahkûm eden zincirlerdi onlar. Kapitaliniz varsa her şey, kapitalsiz iseniz yalnızca bir ‘emekçi’ydiniz. Anlamıştım ki, Amerikan rüyası, dışarıdakilerin rüyasıydı yalnızca. Gerçekçi bir Amerikalınını en büyük hayali, ya ‘sağlam’ şirketlerden birinde sağlam bir iş edinmek yahut bir şirketten diğerine iyi atlamalar yapabilmekti.

Ortalama bir Amerikalının bu hayaline karşı, ‘filmlerdeki Amerika’ya gelip ‘gerçek Amerika’yla tanışan göçmenleri bekleyen ise, bir kâbuslar zinciriydi. Beyin göçü’nün meyvesi olan ve ABD’nin ihtiyaç duyduğu belli alanlardan birinde uzmanlaşan insanlar istisnasıydı bunun. Kalan kısmın tamamına yakını bu ülke insanının yapmak istemediği işleri—o da bulabilirse—yapıp, düşük ücretlerle zar-zor geçinme durumundaydı.

Mücavir alanıyla birlikte bir milyona yakın nüfus barındıran bir şehirde yaşıyordum. Bu şehrin Polonyalı, Ukraynalı, Bosnalı, Filistinli, Pakistanlı, Hindistanlı göçmenlerin yoğunlaştığı kesimi yürek acısıydı benim için. Zenci mahallelerini dolaşırken, mutsuzluk ve tükenmişlik duygusu okuyordum yüzlerden. İspanyol mahallesini tarif için ise, tükenmişlik bile yetmiyordu. Peki, bir kısmını Central Park’ta gözümle gördüğüm evsizlere, yahut çöp konteynerlerini mesken edinen—bazıları uykuda iken boşaltılan çöple birlikte farkına varılmaksızın preslenen—insanlara ne demeliydi?

Evet, kimilerinin ‘dünya cenneti’ zannettikleri Amerika, Phil Collins’in uyardığı üzere, bir çırpıda olumlu kanaat beyan edilecek bir yer değildi. Bu sözde ‘cennet’teki diğer günü bekleyip ‘iki kere düşünmek’ gerekmekteydi.

Kapitalizm Amerikan hayatının o kadar merkezine yerleşmişti ki, insanları çok az sayıda sermayedar, çok çok sayıda emekçi diye ikiye böler ver herkesi her hâl ve şartta ‘tüketici’ olarak tarif ederken, dini dahi dönüştürüp kendine râm etmişti. Amerikalılar, birebir muhatabiyetlerden anladığım kadarıyla, kendini ‘dindar’ gören ve ‘dindar’ görülmekten hoşlanan insanlardı. Ama, din namına ellerinde kalan, namazın, orucun, haccın asaletiyle karşılaştırılması imkânsız ‘suyunun suyunun suyu’ ibadetler; bir de, kapitalizmin en büyük satış hamlelerinin tuzağına dönüşmüş özel dinî günlerdi. Amerika, en büyük satışların Şükran Günü’yle Noel arasında, sözümona dinî bir kutlama adına yapıldığı yerdi. Ne ki, bu işin ‘dinle ilgili’ tarafının yüzdesi haftalarca bu uğurda mağazalara taşınan insanların iş o günü ‘dinsel bir atmosfer’de kutlamaya, meselâ kilisede ayine gelince verdikleri fireden anlaşılabilirdi. Velev fire verilmemiş olsun; yüzlerce, binlerce dolar alışverişin, meselâ yeni elbisenin veya yeni yatak takımının Hz. İsa’nın doğumuyla alâkası ne olabilirdi ki?

Kapitalizmin insanların dindarâne bir kutlama ve ibadet duygusunu bile kendine âlet eden dönüştürücü tuzağının Amerikan toplumundaki muazzam etkisini farkettiğimde, bu dile ilk kez size ifşa ettiğim yepyeni bir kelime kazandırmak zorunda kalacaktım. İngilizce’de ‘worship’ ibadet, ‘shopping’ ise alışveriş anlamına geldiğine göre, bugün bu ülke insanlarının çok iyi ‘worshopping’, yani ‘worship’ görüntüsü altında ‘shopping’ yaptıkları pekâla söylenebilirdi.

İbadetin dahi kapitalizmin elinde ‘worshopping’e dönüşümünün başkaca izlerini ise, insanların ‘iyi giyim’ gösterisine dönüşmüş ayin manzaralarında, ayinin ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş sıra sıra dolaşıp ‘para toplama’ ritüelinde, keza Allah indinde diz çöküp secdeye kapanmanın alternatifi olmuş sıralara yerleştirilen para zarflarında görecektim. Buradan ilerisi, ‘Protestan ahlâkı’ ile ‘kapitalizmin ruhu’ arasında irtibat kuran sosyal bilimcilerin işiydi. Ki, içlerinde “Protestan ahlâkı kapitalizmi doğurdu.” diyen de vardı, “Kapitalizm Protestan ahlâkını netice verdi.” diyeni de. Her hâlükârda, kapitalizmin ‘dinin dünyevî dönüşümü’nde hissesi aşikârdı.

Bu ülkede kapitalizmin kurduğu hegemonya, dini dahi kendine râm ederken, insanları gerçekten ‘özgür’ bırakabilir miydi? Yoksa, özellikle postmodern düşünürlerin dikkat çektiği üzere, insanlara ‘köle’ olduklarını hissettirmeyecek derecede incelmiş bir ‘tahakküm’ biçimi mi söz konusuydu?

Doğup büyüdüğüm ülkede kendini açık ve kaba biçimde gösteren tahakküm tabloları karşısında ilk elde ‘özgür’ bir diyar olarak ilgimi celbeden Amerika, zaman içinde görmüştüm ki, ikinci soruya ‘evet’ cevabı gerektiren bir yerdi. En temel ihtiyaçlar için dahi binlerce, kimisi on binlerce çeşit mal içeren mağazalara gitme durumunda kalan; bu arada, almayı planlamadığı şeylere planladıklarından daha fazlasını ödeyerek eve dönen insanlar, görünüşe bakılırsa ‘özgür seçimleriyle’ yapıyorlardı bunu; ama, durum bu muydu gerçekten? Susadığında, su içmeyi değil, çocukluğundan itibaren bilinçaltına kazınan her türden reklamın tesirinde cola içmeyi düşünen bir Amerikalı, Pepsi ile Coca Cola arasında bir seçim imkânına sahip olmakla özgür mü olmuş oluyordu? Çorba deyince aklına hazır çorba gelen, ama Campbell bi Pillsbury mi olsa diye düşünen, meyve suyu dendiğinde Tropicana, çikolata dendiğinde ise Hershey’s markalarına kilitlenen insanlar özgür müydüler gerçekten?

Televizyon reklamları ve iştah avcısı raf dizaynlarıyla azdırılmış bir tüketim ortamında sağlıksız, dengesiz ve fazla yiyen bir toplum; insanların zayıflamak isteseler de yemeden duramaz hâle geldiği bir toplum; nüfusunun a’i şişman, '’si ise hayatî risk getirecek derecede şişman olan toplum ne kadar özgür sayılabilirdi ki?

Hem, kıvırcıkların saçlarını düzleştirdiği, siyahların saçlarını sarıya boyadığı, esmerlerin cildi beyaz gösteren makyajlara yöneldiği bir toplumun, cidden özgür, yeterince demokrat, gereğince çoğulcu olduğu söylenebilir miydi? Bir üçüncüsünün çıkmasına, çıksa da güçlenmesine müsaade tanımayan bir para-siyaset çarkında iki partiden birini seçmeye mahkûm seçmenler ne derece özgürdürler?

Sözün kısası, Amerikalılar evet bizim yaşadığımız türden dayatmaları belki görmemişlerdi. Ama bu, biz dayatmaya maruz iken onların özgür olduğu anlamına gelmiyordu. Onların serbest bırakıldıkları alan bize göre daha fazla, onların ‘denetlenme’ biçimi ise daha sofistike idi, o kadar.

Amerikan medyası ise, toplumun düşünce özgürlüğünü pek de sofistike olmayan bir yolla baskı altında tutuyordu. ‘Süper güç’ün vatandaşı olmanın rehavetiyle başka diller öğrenmeye meraklı olmadığı gibi, dünya ahvalinden de pek haberdar olmayan ortalama Amerikalının maruz kaldığı ‘medyatik dayatma’dan haberi yoktu heralde. Ki, İslâm dünyasının mevcut durumuna dair bir toplantının akabinde, yaşlı bir Amerikalı “Güya dünya gücüyüz; ama dünyadan haberimiz yok.” diye dertleniyordu bize. Bir başka toplantıda ise, yaşlı bir hanımın ‘İslâm dünyasında olup bitenlere ve Amerikan hükümetinin bunlardaki rolüne dair cehaletinden dolayı utandığı’ itirafını duyacaktım. Böylesi insanlar, istisnaydı ancak. Çoğunluk, haberleri bir de başka dillerden ve başka ülkelerin gözüyle izlemesini mümkün kılacak ikinci bir dil de bilmiyorsa, “Biz dünya ülkelerine bu kadar iyilik yaparken bu insanlar niye bizden nefret ediyorlar ki?” diye soruyordu saf saf. Aynı çoğunluk, meselâ Filistinlilerin ‘terörist’ olduğunu sanıyordu; zira İsrail’in Filistinlilerin toprağı üzerinde Filistinlileri öldürerek ya da sürgün ederek kurulmuş bir devlet olduğunu bilmiyorlardı. Hem, her gün onlarca Filistinlinin İsrail’in BM kararlarına rağmen işgal altında tuttuğu topraklarda İsrail askerinin kurşunuyla öldürüldüğü günlerde dahi, Orta Doğu haberlerinde bir Yahudi gencinin cenaze töreninden enstantaneler görüyorlardı yalnızca.

Elbette bütün vicdanların bu zokayı yuttuğu söylenemezdi. Ama, Amerikan bombalarının ‘akıllı’ olup, Afganistan halkını sivil-asker ayırarak vurduğunu düşünenler azınlık değildi.

Öte yandan, bu ülkede vicdanlı insanların tezgahlanan oyuna kanmadıklarını ifade etme özgürlükleri vardı, ama bu ‘ifade’nin kendini geniş zeminlerde duyurması kolay değildi. Zira, ‘corporate Amerika’nın yedek lastiği hükmündeki büyük medya da, böylesi durumlarda daha ziyade ‘duymazdan gelme’ özgürlüğünü kullanmaktaydı.

Hâzır medeniyetin merkezine dönüşmüş Amerikan sahnesinin sorgulanmayı hak eden daha onlarca, yüzlerce, hatta binlerce tarafı vardı. Maamafih, bütün bu olumsuzluklarla birlikte, ortada işleyen ve yürüyen bir yapı da vardı. Uzun zaman içinde oturmuş, oturtulmuş, işleyen ve işlemesi için de bireylerin uygun davranışa mecbur olduğu bir sistemin, dolayısıyla bir ‘sistem mantığı’nın varlığı da ortadaydı. Bizim ‘kolay ederiz’lerle zorlaşan hayatlarımıza bedel, onların kısa ve uzun vadeli planlarla ve verilen sözlere büyük ölçüde uyulmasıyla yerleşen bir düzen anlayışları ve bu anlayıştan dolayı da bir ‘zaman tasarrufları’ vardı. Amerikalıların ‘çok çalıştığı’, hele Türkiye insanlarından ‘çok çalıştığı’ asılsız bir söylentiydi gerçi. Türk halkının tembelliğine, çok tatil yaptığına dair sözler de asılsızdı. Karşılaştırıldığında, Amerikalıların daha da çok tatili olduğunu, buna karşılık şu fakir ülke ahalisinin daha fazla çalıştığını görebiliyordu insan. Ama, sistemli bir çalışma dolayısıyla, Amerikalıların daha az yorulup daha fazla verim elde ettikleri bir vâkıaydı. Bunun belli bir alanda uzmanlaşma, sair alanlara yabancılaşma gibi bir bedeli olsa bile...

Amerikan hayatının insanı en ziyade büyüleyen tarafı ise, ‘bilgi’yi çoğaltma, sistematize etme ve kolayca ulaşılabilir kılma yönündeki çabalarıydı. Bu ülke, üniversitelerinin çokluğu, kimi küçük bir şehir mesabesinde olan kampüslerin büyüklüğü, kütüphanelerinin yaygınlığı, bilgi ağının kalitesi ile insanın gözünü kamaştırıyordu.

Bilgilenmeye verilen bu değerle ilgili olsa gerek ki, temel eğitimde okulda öğrenciye ait her ihtiyacı okul yönetimi karşılıyordu. Tekdirin değil takdirin, dikte etmenin değil yol gösterip ufuk açmanın, ürkütmenin değil teşvik etmenin hâkim olduğu bir eğitim anlayışından söz etme durumundaydık.

Ortalama bir Amerikalı da, her şeye rağmen ‘işlenmeye ve olgunlaşmaya müsait’ bir istidatta gözükmüştü gözüme. Çıkara dayalı bireyci bir kültürün içinde uğradıkları ciddi deformasyonları gözlemleyebiliyordu insan. Meselâ, davet edildiğinde gelmek, davet etmekten daha kolay ve makbul idi onlar için; ‘infak’ diye bir talim terbiye görmemişlerdi çünkü. Ortalama bir Amerikalı, bir zalimden ziyade mazlum olarak, mücrimden ziyade kurban olarak gözükmekteydi gözüme. Bu insanlar, bizim kenardan gözlemlemekte zorlandığımız bir sistemin içinde doğmuş, orada büyümüşlerdi. Bireyci bir kültürün kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak E’i boşanmayla sonuçlanan evlilikler dolayısıyla tam anlamıyla bir ‘yuva’ yüzü görmemiş; velev ki analı babalı büyüsün, yapayalnız bırakıldığı odalarda kendi kendine uyumayı öğrenmiş; acımasız ama işleyen bir sisteme itaat duygusuyla yetişmiş, şefkat ve sevgi açlığı çekerek büyümüş insanlardı bunlar. Çoğunun dayanacağı bir dostu olmamıştı, yalnızlığını güvenerek paylaşacağı biri olmamıştı; dertleşecek birini bulmak için ya psikiyatriste ya rahibe ya bir bara gitmesi gerekiyordu çoğunun—ki, hepsi de son tahlilde içten ve sımsıcak tablolar değildi, zira hepsi de bir ‘piyasa değeri’ taşıyor, işin ucu ‘pamuk eller cebe’ sözüne gelip dayanıyordu. Hollywood filmlerindeki Amerika imgesine kapılan ahmakları hariç, çocuk gibi kırılgan, zavallı, darbe yemiş, şefkate ve ilgiye muhtaç, mazlum ve hatta bir kısmını masum halde görmekteydim. Yolda, otobüste, kilisede, sair mekânlarda gördüğüm Amerikalıların yüzlerini okumaya çalışırken bende uyanan en birinci his, acımaktı. Evet, acımak.

Bunlar, altı aydır Amerika’da bulunan bir insan olarak, Amerika dendiğinde ilk anda zihnime gelen hususlardı. Bunlar, öte yandan, ‘benim gördüğüm Amerika’ya dair hususlardı. İhtimal ki, başka Amerika’lar vardı; ki, bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış bir ülkeyi ve halkını Boston ile New York’tan ötesine geçmemiş bir insanın lâyıkınca tanıyıp tasvir etmesi muhtemelen imkânsızdı. Öyle yahut böyle, benim gördüğüm Amerika buydu işte. Amerika; rüya ve kâbus ülkesi. Amerika; fırsatlar ve hezimetler diyarı. Amerika; ‘arka sokakları’nı evvelce bilip yazdığım bir medeniyetin boyalı yüzü. Amerika; insanların özgür ve esir, yöneticilerin demokrat ve zorba, toplumun çoğulcu ve bencil olduğu diyar.

Bu gözlemler ve notlar alt alta dizilince, son tahlilde ona da, onun temsil ettiği medeniyete de ‘geçer not’ veresi gelmiyordu insanın.

Bir medeniyet ki, insanlarına her türden eşyayı sunuyor, ama mutluluk sunamıyordu.

Bir medeniyet ki, dünyanın kalan kısmını fakirleştirmesi bir yana, zenginlerine de felah vermiyordu.

Bir medeniyet ki, müntesibi, ta merkezinde olan insanları, rahatlamak için barların, pub’ların, biranın, içkinin, uyuşturucunun yahut Prozac gibisinden hapların kullanıcısı olmaya kendini mecbur biliyordu.

Bir medeniyet ki, eksiksiz bir anne-baba-çocuklar tablosu sunamıyordu bize. Oğlumun okuldaki arkadaşlarına bakıp tarif ettiği biçimiyle, çocuklar ‘ya annelerinin evinde’ydiler ya ‘babalarının evinde.’

Bir medeniyet ki, çocukların, kadınların ve zayıfların her türden tacize uğraması ‘vak’a-yı adiye’dendi.

Bir medeniyet ki, pek çok şehrinde, akşam olduktan sonra arabasız şehir merkezinde dolaşmak, bir kez yaptığım ve sonra nasıl yaptığıma hep şaştığım üzere, ya cehalet ya cesaret işiydi.

Bir medeniyet ki, bilgiyi bu kadar yığıp biriktirmesine, bu kadar sistemleştirip geliştirmesine karşılık, hayatlarına anlam arayışı içinde insanlarının gözü dışarılardaydı. Nobel kazanmış bilginlerinin tekmili birden veremediği anlamı ve mutluluğu bulmak için insanları ‘yollarda’ydı. Kimi Nepal’in yollarında arıyordu mutluluğu, kimi Tibet’in zirvelerinde, ve her şeye rağmen hepsinden fazlası da İslâm’ın aydınlığında.

Bir medeniyet ki, kendisini ‘en ileri’ gördüğü için ‘geçmişte kaldığı’nı düşündüğü İslâm’ın değerlerine koşan milyonlarca mensubu vardı.

Amerika’da gördüğüm, özetle, bunlardı işte. Hâzır medeniyetin sahihliği en iyi vitrininde sınanabilirdi, Amerika bu medeniyetin vitriniydi, vitrinde gözlenenler ise işte böyle şeylerdi.

Bu tablo karşısında, kendimize dönük olarak ilk keşfettiğim, sosyal hayata bir şekilde mührünü vurmuş olduğu bir coğrafyada ‘birey’e bakan tarafına daha ziyade dikkat çektiğimiz İslâm’ın sosyal hayata getirdiği renk, âhenk, denge, anlam ve muhabbetin gücü, değeri ve önemiydi.

Bu tablo karşısında kendimize dönük olarak ikinci önemli keşfim ise, bir ‘medeniyet tecrübesi’ olarak İslâm’ın büyüklük ve eşsizliğiydi.

Şimdi düşkün ve mahpus halde gözüken İslâm medeniyeti, müntesibi olan toplumların uğradıkları her yönden ve her türden deformasyona rağmen hâlâ daha taşıyor olduğu değerlerin gerçek değerini, “Eşya zıddıyla bilinir.” sırrınca olsa gerek, ancak olmadıkları bir medeniyet zemininde keşfetmiştim.

O yüzden, dünya milletlerinin çoğu nezdinde ‘dreamland’e dönüşmüş bu ‘rüya ülkesi’nde benim gördüğüm rüya, bizim rüyamız olacaktı: Kur’ân medeniyetinin rüyası...

Biliyordum; ‘tarihin sonu’nu Amerika’nın temsil ettiğine inandırılmışlar nezdinde, ‘olmayacak rüya’dır gördüğüm!

Halbuki, biz rüyalarımız ve hayallerimiz kadar değerliyiz. Yolumuzu çizen, rüyalarımız ve hayallerimizdir.