TR EN

Dil Seçin

Ara

Zihinleri Köleleştirme Vasıtası: Teste Dayalı Eğitim

Zihinleri Köleleştirme Vasıtası: Teste Dayalı Eğitim

Türk Maarrifi, John Dewey’in 1924 Yılında Hazırladığı “Türk Maarifi Hakkındaki Rapor”una göre şekillendiği genel bir kanaattır.  Bir asra yakındır uygulanan üç genel amaçtan söz edilir. Bu planın özellikle 1948 Marshal anlaşması ile ivme kazandığına dair kayıtlar bulunmaktadır.

Yıllar önce, o zamanlar çok popüler haftalık bir dergi, İstanbul’da ilginç bir sosyal deney gerçekleştirmişti. Sonuçları üzerinde pek durulmayan bu deney, eğitim ağacının meyvelerini ya da eğitim ve okul fabrikalarının ürünlerini nasıl çürüğe çıkardığı konusunda ibretli veriler sunmaktadır:

Bir tiyatro sanatçısı olan Ezel Akay eline bir megafon alarak koyu renk elbiseler ve siyah pardesüler giyen ekibiyle birlikte önce güvercinleriyle ünlü Yeni Camii’nin arkasındaki parka giderler. 

Parkta oturan, gezen, etrafı seyreden bir sürü insan vardır. Akay, elindeki megafonla kalabalığa doğru sert bir emir verir: “Herkes ayağa kalksın!” 

Emri duyan, Akay’ı ve ekibini gören istisnasız herkes derhal ayağa kalkar. 

Sonra Eminönü İskelesi’ne geçerler. Akay, yine sert bir emirle: 

“Herkes yere çöksün!” diye bağırır. 

Gemiden inenler, bilet kuyruğunda bekleyenler, simitçiler, işportacılar, emri duyan herkes yere çöker. 

Sonra Mecidiyeköy’deki stadyumun önüne giderler. Megafondan: “Herkes ellerini kaldırıp duvara yaslansın!” diye bağırır. Stadyuma girmek için kuyrukta bekleyen futbol seyircileri, kokoreççiler, bayrakçılar derhal emre uyarlar. 

Daha sonra da deney ekibi bir fabrikanın önüne giderler. Mesai saati başlamak üzeredir. Fabrikanın girişine bir masa koyarlar ve masanın üzerinde düzmece bir evrak yerleştirerek işçilere emiri verirler: “Herkes içeriye girerken bu kâğıtlara parmak basacak!” Giren basar, geçen basar. Kimsenin aklına “Siz kimsiniz hemşerim? Neden bu kâğıtlara parmak basıyoruz?” diye sormak gelmez. 

Son olarak da, Beyoğlu’na gelirler. İstiklal Caddesinde gezinen, vitrinleri seyreden kalabalığa yine sert bir emir verilir: “Herkes sıraya girsin, arama var!” 

Emri duyan herkes koyun sürüsü gibi sessizce sıraya girer. Ancak caddede dolaşan bir çift bu emre uymaz. Ekiptekilerden biri onlara doğru bağırır: “Hey siz ikiniz! Emri duymadınız mı?” Kendilerine seslenildiğini anlayan ve herkesin sıraya girdiğini gören adam cevap verir: “Who are you? What is happening here?” Sıraya girenler içerisindeki kravatlı takım elbiseli bir bey ekibe yardımcı olmanın verdiği gurur ve heyecanla lafa karışır: “Adam turist, İngilizce konuşuyor.” Ekip elemanı gülmemek için kendisini zor tutar: “Ne diyor peki?” “Siz kimsiniz, burada neler oluyor?” Ve o iki turistin haricinde hiç kimse neler olup bittiğini, kendilerine böyle gün ortasında emirler yağdırıp sıraya sokanların kim olduğunu sormaz ya da soramaz. 

 

Çağımızda Zihinleri Köleleştirme Vasıtası: Teste Dayalı Eğitim!

Öncelikle hayatın her safhasını kaplamış test tipi eğitimi ve sınavları tahlil edelim. Öğrenciye kendi başına düşünme, yorumlama imkânı sunmayan bu yapıda öğrenci sürekli bazı şeyleri kalıplar halinde ezberlemeye itilir.  Özellikle kurslarda ve okullarda öne çıkarılan “örnek problem çözme” metodu; “tekrar yoluyla öğrenmeye”ye en tipik örneklerdendir. Hatta, esasında bu bir ‘öğrenme’ ve ‘bilim’ de değildir. Elinde tebeşir/kalem tahtada sürekli problem çözen öğretmen bir dolu benzer problemi de ödev olarak vermekte, artık yeni bir problemle karşılaşma ihtimali kalmayıncaya kadar problemler ezberletilir. Bu işi şimdi akıllı tahta ve tablet bilgisayarda yapmaktayız.

 

Bu Yapılan Eğitim Değildir

Konunun bilimsel bir süreç ve gerçek bir eğitim olmadığını isterseniz konuyu biraz daha ayrıntılı hale getirerek anlatalım. Eğitim adına yapılan şudur aslında: 

Bir takım gerçekler ve ‘şey’lerin adı öğretiliyor. Sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, öğrencilerin yüklenilen bilginin ne kadarını aldıkları değerlendirilip ölçülüyor. 

Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde “şartlı refleks stratejisinin” ağırlık kazandığını görmek zor olmasa gerek. Öğrenci bazen zorlanarak bazen motive edilerek öğretilmek istenilenleri ezberlemeye yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak öğrenme, anahtar sözcüklerin hafızaya kazınması yolu ile onların çağrışımlarıyla bütünün hatırlanması, benzerlerin öğrenilmesi yoluyla bütünün algılanması gibi esasında öğrenme olmayan öğretme/ezberletme türlerinin hepsi, beynin ‘şartlandırmaya’ açıklığından yararlanılır ve zihnî fonksiyonlar ve ‘anlama’ bu süreçte hep geri planda kalır. 

Bu tür eğitimle yapılan şudur aslında: Adeta düşünmeden ve zahiri birkaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmak. Elbette teste dayalı soruların eğitimde bir yeri vardır. Ancak eğitimin esası haline getirilmemelidir. Test soruları hazırlanırken bilginin dereceleri (Bloom Taksonomisi) dikkate alınmalıdır.

Hâlbuki ‘bilimsel düşünme yeteneği’ konuları sakin ve emin bir şekilde derinliğine analiz etmekle kazanılabilir. Sorulara olabildiğince az sürede çözüm bulmak maharet değildir. Ne kadar uzun zaman ayrılırsa ve dikkat verilirse konu o kadar daha fazla beyne yazılmış olur. Nasıl ki, tuğla yığınından bina ortaya çıkmıyorsa, bilgi yığını da bilimsel düşünceyi, kısaca bilimin kendisini ortaya çıkaramaz.

 

Milli Eğitim Felsefesi

Cumhuriyet dönemi Millî Eğitim’in felsefesine bakarsanız; insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyecekleri, eğer kendi başlarına öğrenmeye başlarlarsa, zararlı şeyler haline gelecekleri yaklaşımını fark edebilirsiniz. Öğrenim sürecinin aktörü olan öğrencinin (hatta velinin ve öğretmenin), ne öğreneceği ve nasıl öğreneceği konusunda tercih ve istek şansı verilmez. Öğrencilerin istedikleri, yani kendi stil ve profiline uygun ve gerekli olan bilgi, beceri ve davranışların devlet tarafından belirlenmesi gerektiği, belirlenen müfredat çerçevesince verilmesi gerektiğinde tam bir fikir birliği vardır.  

Halbuki “Onu öyle değil böyle yap!” ifadeleri ile özetleyeceğimiz bu yaklaşım, insanları çözüm üretemeyen, başkalarına bağımlı hale getirmenin en kestirme yolu olmaktadır. Ve eğitimi, adıyla özdeş hale getirip, bir eğip bükmek, istenen şekle sokmaktan ibaret bir işleme dönüştürmektedir. 

Bugün adına eğitim kurumları dediğimiz müesseseler, aynı tip üründen milyonlarca üretmek gayesiyle kurulmuş bir fabrikadan farksızdır. Pedagoji ve eğitim gerçekleri; çocukların kendi başlarının çaresine bakmayı öğrenmesi için onlara hükmetmemek gerektiğini söylüyor.

 

Eğitim Neden Verimli Değil?

Eğitim adına yüklenen bilgiler, sınav denen aktivitelerle öğretmen tarafından geri istenir. Bu uygulama ve tavırlar, öğrenciyi “Ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!.. Sorma, düşünme, itaat et..” gibi bir anlayışı benimsemeye götürür. 

Eğitimi boyunca sürekli bilgiyle yüklenen, nesne konumunda kalan öğrencinin bilgiyi üreten ve kullanan özne konumuna çıkamamasını anlamak zor değildir herhalde. Sonuçta sürekli ikinci el bilgiye mahkûm edilen, kendisinden orijinal ve yeni hiçbir şey istenilmeyen eğitim fabrikasından çıkan bireyin, hayata atıldığında orijinal ve yeni bir şey üretme şansı bulamaması da garip değildir.  

Allah’ın biz insanlara sunduğu en değerli hediyenin öğrenme mekanizması, ilgi ve merak duygumuz olduğunu düşünüyorum. Halbuki yapılan eğitimin felsefesi, bilginin kullanılması ve üretilmesi değil, sınav odaklı olunca eğitim yuvalarımızdan bu duyguların neredeyse kapı dışarı edildiğini söyleyebiliriz. Eğitim ve öğretimin bu yapısı içinde, milyonlarca evladımızın düşünme güçleri ve üretkenlikleri adeta yok edilmekte ve kimse bunu dert etmemektedir.   

 

Milli Eğitimde Uygulanan Üstü Örtülü Plan

Türk Maarrifi, John Dewey’in 1924 Yılında Hazırladığı “Türk Maarifi Hakkındaki Rapor”una göre şekillendiği genel bir kanaattır.  Bir asra yakındır uygulanan üç genel amaçtan söz edilir: Buna göre:

1. Öğrenciler okul süresince yabancı dil öğrenmeyecekler. Kızılelma veya ilayı kelimetullah sevdası olmayacak. Başka ülkeleri mümkün olduğunca bilmeyecekler. (Belirli okullardaki belirli kesim hariç.)

2. Eğitim çağındaki çocukların en zekilerin en az %10’u ortaokulların bitiminde tespit edilerek Fen lisesi ve seçili okullarda yüksek öğretime hazırlanacak. Bunlardan yüksek öğrenime geçenlerin %5 ile 10 kadarı Avrupa ve özellikle ABD ye taşınacak.

3. Okullardaki müfredatlar teferruatla doldurulacak. (İngilizlerin Hint çocuklarına logaritma ezberletmesini hatırlayalım.)

Bu planın özellikle 1948 Marshal anlaşması ile ivme kazandığına dair kayıtlar bulunmaktadır.

 

Değişen Bir Şey Var mı?

Şimdi uygulanan eğitim ve neticeleri bu planın uygulandığının açık göstergesidir. Özellikle teste dayalı eğitim, logaritma cetveli ezberletmenin günümüzdeki versiyonudur. Buna göre beyin göçünün sonucunda mucitlerimizin çoğu yurt dışına gittiğinden, dünya değil ulusal ölçekte bile fikir, edebiyat, düşünce, sanat ve siyaset adamı yetişmesi hayal olmaktadır.

Bu nedenle TEOG’un kaldırılması ile ilkokullar gibi liselerde de çocuklarımız mahallelerinde okuma yolu açıldı. Bu planın akamete uğraması yolunda önemli bir adım oldu. TEOG’dan sonra sıra üniversite giriş sınavlarının da kaldırılmasına geldi. Özellikle deha sahibi çocukların çok iyi takip edilmesi ve milli kimlikle yetiştirilmesi problemlerimizin çözülmesi ve geleceğimizin kurtarılması açısından kritik önem arzediyor.

İlkokullarda merkezi sınavların ve son olarak da TEOG’un kalkması, eğitimin kendi rotasına çekilmesi yolunda büyük bir adım oldu. Yetkililerimiz kadar aydınlarımız da eğitimin insanımızın zihnen çoraklaşmasını ve fakirleşmesini netice veren abcde şıkları içine sıkışmış eğitimi kurtarmanın formüllerine eğilmeli. İnsanların uyandığı ve dünya ile bütünleştiği bir ortamda bu yapının sürdürülebilir olmadığını ve değişimin kaçınılmaz olduğunun farkına varmalıdır.

 

Zihnin Bariyerlerini Kaldıran Eğitim 

Hemen şunu belirtelim ki, Milli eğitim sistemimizin gayesi, bir torna makinesi gibi genç beyinleri törpüleyerek belli bir düşünce kalıbına sokmak ve beyinleri adeta iğdiş ederek insanları robotlaştırmak olamaz elbette.

Nasıl bir eğitim yapısı teşkil edelim ki öğrenci, sabit fikirli olmasın ve fikrini serbestçe ifade edebilsin. Sağlıklı tartışma ve muhakeme kültürü gelişsin? Nasıl bir eğitimi hayata geçirelim ki, öğrenci, fikirleri değerlendirme, süzme ve sorgulama, takım kurma ve sinerji oluşturma, birlikte çalışma, paylaşma ve dayanışma, çalışmalarını takdim etme becerileri kazansın? Yine nasıl bir ortam ve hava oluşturmalıyız ki, öğrenci, bilgiyi kullanabilsin; fikir, hayal ve tasarımlarını uygulamaya yansıtabilsin? Okul, gerçek hayatta lazım becerileri kazanma ortamı ve süreci haline gelsin…

Okul ve eğitim problemleri deyince bunları konuşmalıyız. Aksi halde, güzel binalarda ve son derece gelişmiş aletlerle (örneğin akıllı tahta ve e-tablet) bilgi aktarmanın beceri ve yetenek gelişmesi adına bir şey vermeyeceği açıktır.

 

Eğitim Köle Yetiştirmesin

Anlaması ve yorumlaması gereken konuları anlamak ve sorgulamak yerine  onları sınava hazırlık adı ile yapılan aktivitelerle öğrenciler bir şey öğrenmiyor, aksine merak ve ilgilerini kaybediyorlar.

Öğretilenlerin sorgulanmadığı ve tek doğrulu eğitim sistemine bağlı kalan toplumlarda insanlar bir tür “köleliğe” mahkûm olmaktan kurtulamazlar. Yazının başında aktardığımız sosyal deneyde ve yakın geçmişte bir çok alanda bu kölelik zihniyetinin örnekleri görülmektedir. Yakın geçmişe kadar, kendi problemlerimizi doğru çözemeyişimiz ve teknolojide ve bilimde dışarıya bağımlı, taklit ve kopyada kalmamızın kaynağı budur. Çocuklara, mesela oyun gibi doğal öğrenme eğilimlerine aykırı, baskıcı ve aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe kazımak şeklindeki eğitim, onların zihnini köleleştirmekten öte bir işe yaramayacaktır.

 Eğer insana ve onu hayvanlardan farklı yaratan Allah’a saygı duyuyorsak, Onun bize bahşettiği en değerli özelliklerimizi, merakı ve öğrenme gücünü harekete geçirecek bir eğitim modeli ortaya koymalı, sorgulamayı, düşünmeyi eğitimin bir numaralı hedefi haline getirmeliyiz.

 

Çözüm Nedir?

Öncelikle yapılması gereken meraka dayalı, kuşku ve araştırmaya dayanan eğitim, öğrencinin kendi öğrenme profiline göre kendisini keşfetmesine fırsat veren bir ortam olmalıdır. Öğretmen, ders arkadaşı konumunda kalacak, üreticiliği, yenilikçiliği, araştırıcılığı ve sevgisi ile öğrencilere rehber olmalıdır. Aksi halde nesiller, sürekli tüketen ama hiçbir orijinal şey üretemeyen insanlar olmaya devam edecektir.

Gerçekte birbirinden çok uzak kavramlar olan “öğrenme” ile “öğretme”yi benzer kavramlar zannediyoruz. Mevcut eğitim, insanların kendi başına bir şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine kurulmuştur.

Her söylenilenin niçin öyle olduğunu ve davranışları sorgulayan ve merak eden bir çocuğa dayanmak zor görünebilir. Tırnakları kesilmiş bir ev kedisi gibi merakı ve şüphesi bastırılmış bir çocukla yaşamak daha kolay gelebilir… Hele, bunun üzerine biraz da itaat-saygı kaymağı sürülürse istenen ideal çocuk tipi karşınızdadır.

Bir eğitimci olarak, gençlere, bilgi ve tecrübelerimizi aktarabilmemiz için belli kurumların var olması gerektiğinden şüphe etmiyorum. Bu kurumların bir takım kural ve kanun doğrultusunda idare edilmesi gerektiğine de söyleyecek sözümüz yok elbette. Ancak bir insanın ömrünün en değerli yıllarını geçirdiği ‘eğitim yuvaları’ndaki öğrenme süreci konusunda, bütün o kurallar ve kanunlar manzumelerinin, fıtrata ve öğrenme gerçeklerine ne kadar uyduğu konusunda derin derin düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.