TR EN

Dil Seçin

Ara

İsm-i Âzamın Gölgesinde Hakikatin Dengesi

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bize haber verdiği sırlardan biri, ‘ism-i âzam’la ilgilidir. Allah’ın güzel isimleri arasında bir isim vardır ki, ‘ism-i âzam’ mertebesindedir. O ismin gölgesi altında edilen hiçbir dua, dergâh-ı ilâhîden geri çevrilmez.

 

Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bize haber verdiği sırlardan biri, ‘ism-i âzam’la ilgilidir. Allah’ın güzel isimleri arasında bir isim vardır ki, ‘ism-i âzam’ mertebesindedir. O ismin gölgesi altında edilen hiçbir dua, dergâh-ı ilâhîden geri çevrilmez.

Peki, o isim, esmâ-i hüsna içerisinde, hangisidir?

Hadisler, ‘ism-i âzam’a dair ipuçları verse de, doğrudan bu ismi vermez. Çünkü Resûlullah aleyhissalâtu vesselam buna mezun değildir; âlemlerin Rabbi, ‘ism-i âzam’a mazhariyeti, mucizeleri, hele ki miracıyla sabit olan peygamberine, çok hikmetlere binaen, böyle bir izin vermemiştir.

Nitekim, mü’minlerin annesi Hz. Âişe’ye bile bu ismi söylememiştir. Üstelik, Âişe validemiz onun yeryüzünde en çok sevdiği insan olduğu ve böyle bir bilginin Âişe’yi çok sevindireceğini bildiği halde vermemiştir. Çünkü, hiç kimse için buna izin yoktur.

Bu durum karşısında, Hz. Âişe’nin ne derece kıvrak bir zekâya ve derin bir kavrayışa sahip olduğunu gösteren bir hadise yaşanır. Kalkıp abdest alan Hz. Âişe, iki rekat namazdan sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın da rahatça işiteceği bir ses tonuyla, âlemler Rabbine dua ve niyazda bulunur. Sonra, “Allahım! Sana Allah isminle dua ediyorum. Sana Rahman isminle dua ediyorum. Sana Birru’r-rahîm isminle dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum. Bana mağfiret et, rahmet eyle” diye dua eder.

Bu duadaki en anahtar cümle, “Bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum” cümlesidir ve bu duadan sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselam gülerek, “İsm-i âzam, senin yaptığın şu duanın içinde geçti” diyecektir.

Gerek bu hadisten, gerek ism-i âzama dair diğer hadislerden öğrendiğimiz gerçek ise şudur: İsm-i âzam, zımnında, diğer bütün isimleri de içerir ve kuşatır bir isimdir. İsm-i âzamdaki asıl sır, onun kuşatıcılığı, diğer hiçbir ismi dışarıda bırakmayan kapsayıcılığıdır. O halde, ism-i âzama mazhariyet demek, esasında, Allah’ı bütün güzel isimleriyle tanıyor olma; diğer bir ifadeyle, kâinatta cilveleri görünen bütün güzel isimleri doğrudan ve yalnız O’na tevdi edebilme anlamını içermektedir.

Hadislerin verdiği ipuçları takip edilerek ism-i âzama dair bu gerçek kavrandığında, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın ‘ism-i âzam sırrına mazhar’ oluşundaki birçok hikmet de aşikâr hale gelir.

Demek ki, kâinatın her nev’inde bir isim galip durumda ise, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bütün nev’lere ve bütün âlemlere nazar etmiş; hepsinden bir esma-i hüsna dersi devşirmiştir. Onu ‘fahr-ı kâinat’ ve ‘rahmeten li’l-âlemîn’ kılan sır da budur zaten. Kâinatın her âlemiyle ilgili bir mucizesinin varlığı da bu sırra işaret etmektedir.

Ve yine, demek ki, insanlar ayrı ayrı isimler kendilerinde galip durumda yaratılmış durumda iseler, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam bütün o insanlara hitap eder haldedir. Diğer peygamberlerin belli bir topluluğa gönderilmiş olmasına karşılık, onun ‘ism-i âzamdan, arş-ı âzamdan’ gelen Kelâm-ı Ezelînin mübelliği olarak ‘hâtemü’l-enbiya’ olarak bütün insanlığa gönderilmiş olması bu sırla ilgilidir.

Yine o, ism-i âzama ve bütün isimlerin ‘mertebe-i âzam’ına mazhar olduğu içindir ki, bütün insanlar için ‘en güzel örnek’tir. Onun ahlâkı, güzel ahlâkın bütün veçhelerini en üst noktada şahsında buluşturuyorsa, bu sebeptendir. Yine bu sebepten, Peygamber aleyhissalâtu vesselam, hangi mizaçtan, hangi istidattan, hangi kişilik özelliklerinden gelirse gelsin, herkes için mürşid, herkes için yol göstericidir.

Bu durumu, en güzel şekilde, sahabileriyle olan muhatabiyeti bize gösterir. Hakikati bütün renkleriyle görüp bildiğini ve yaşadığını ‘ism-i âzama’ mazhariyetiyle anladığımız Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, kendi kişiliğinde esmâ-i hüsnâdan hangi isim galip olursa olsun bütün sahabilerini bir potada buluşturabilmiştir. Onun tebliğ ve terbiyesinin kapsama alanında, celâlli sahabiler de vardır, halim selim sahabiler de. Ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, ne celâlli bir sahabiyi halim selim olmaya zorlamıştır, ne de halim selim bir sahabiyi celâlli bir kişiliğe bürünmeye. Bilakis, onun terbiye dairesinde her isme ve her istidada olduğu haliyle yer vardır. Ve en önemlisi, Resûlullah aleyhissalâtu vesselam her birinde ayrı bir ismin galip olduğu sahabilerin toplamından ‘ism-i âzama mazhar’ bir şahs-ı manevî çıkarmıştır. Her sahabide ayrı bir isim galip olmakla birlikte, Ashâb-ı Kirâmda ‘ism-i âzam’ sırrı vâriddir.

Bunu, en başta, en yakınındaki sahabiler ile görür insan. Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer, birinde cemalî özelliklerin, diğerinde celâlî vasıfların galip geldiği iki isim olarak, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın en çok istişare ettiği iki sahabidir. Manidardır, bu isim, bütün isimlerin ahlâkıyla ahlâklanmış Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan bu ‘ism-i âzam’ dersini alabildikleri için de, cemalli Ebu Bekir halifeliği döneminde celâl gerektiren hususlarda tavizsiz bir duruş sergilemiş; celâlli Ömer ise halifeliği döneminde bir adalet ve merhamet timsali de olabilmiştir.

Hz. Osman ile Hz. Ali, Sa’d b. Ebi Vakkas ile Said b. Zeyd, Sa’d b. Muaz ile Sa’d b. Ubade.. derken, başta bütün sahabiler için de aynısı geçerlidir. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, her sahabiyi kendi kişiliği, kendi mizacı, kendi istidadı ile kabul etmiş ve hepsine de kendi istidadı içinde kemalini bulmanın yolunu ve usülünü göstermiştir. Ki bu yolun iki lâzımından biri, zorlamaya ve zorakiliğe girmeden kendi kabiliyetinin açık olduğu yolda ilerlemek, diğeri de bu yolda farklı isimlerin cilvesine mazhar diğer sahabilerden istişare ve istifadeye açık olabilmektir.

O yüzden ‘renklerin şehri’dir Medine ve yine o yüzden karmaşanın değil, ‘âhengin şehri’dir. Bütün tonlarıyla güneşin yedi rengini de içeren bir ışık gibidir Muhammed-i Latîf aleyhissalâtu vesselam. Peygamber şehri el-Medinetü’n-nebî’de ise, o ışıktan alınmış her renge yer vardır ve hiçbir sahabi ‘renklerin şehri’ni sadece kendi rengiyle boyama zorakiliğine girmediği için, bütün bir Medine’yi manevî bir gökkuşağı kuşatmaktadır: çokluk içinde birlik. Birlik içinde çokluk...

Hadis külliyatlarındaki ‘Fedâilu’s-sahâbe’ bölümleri, bu gözle bakılırsa, ne kadar da anlamlıdır. Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, sahabilerini faziletleriyle övdüğü gibi, onlar içinden hususî bir topluluğa veya hususî bir kişiye mahsus dualar da etmiştir. Dikkat edilirse, bu övgülerin ve duaların zımnında, herkesi kendi kişiliği ve istidadıyla kabul ve kendi kabiliyeti içinde bir kemal yolculuğuna davet mânâsı vardır.

Kudsî nebî, süvariliğiyle öne çıkan bir sahabiyi en iyi koşucu olmaya zorlamamış, çok iyi koşan bir sahabiyi ille de iyi bir süvari yapmaya da kalkmamıştır. Katâde ve Seleme b. Ekva hadisleri bunun bir örneğidir.

Kudsî nebî, ne kılıçla cihadın zirve ismi Ebu Dücâne’den bir sözle cihad üstadı da çıkarmaya girişmiş, ne de sözle cihadın ustadı Hassân’ı muktedir olamadığı kılıç ile cihada zorlamıştır.

O hâfızası zayıf bir sahabiyi bütün sûreleriyle Kur’ân hâfızı olmaya zorlamadığı gibi, sesi zayıf bir sahabiyi müezzin olmaya veya kavrayışı zayıf bir sahabiyi müfessir ve âlim olmaya da zorlamamıştır. Übeyy b. Ka’b’ı kıraatta, Zeyd b. Sâbit’i hâfızlıkta, dil öğreniminde ve feraizde, Muaz b. Cebel’i fıkıhta, Abdullah b. Abbas’ı tefsir ve te’vilde hem teşvik, hem takdir etmişse, bir sebebi vardır. Her bir dua ve takdirde, ilgili sahabinin istidadına münasip bir kemal yolunun adresi saklıdır. (Buna karşılık, takdiri zekâca parlak böylesi genç sahabilere mahsus da değildir onun. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın övgü ve takdirinden, safça bir sahabi olarak Zâhir’in, çok fakir bir sahabi olarak Ebu Abs’ın, insanlarca çirkin görünüşlü görülen bir sahabi olarak Cüleybib’in de nasibi vardır.)

Benzer bir durum, evinde hanımlarına yönelik muhatabiyetinde de görülür; civardaki hükümdarlara gönderdiği elçilere dair seçiminde de. Âişe validemiz Âişe olarak değerlidir onun gözünde, Ümmü Seleme validemiz Ümmü Seleme olarak. Ne Hz. Hafsâ’yı Hz. Zeynep’e benzetmeye çalışır, ne Safiyye validemizi Cüveyriye validemizle kıyaslar. Diğer taraftan, Herakliyus’a Dıhye radıyallahu anhı, Kisra’ya Abdullah b. Huzâfe’yi, Mukavkıs’a Hâtıb b. Ebi Beltea’yı, Necaşî’ye Amr b. Ümeyye’yi göndermişse, burada da ilgili görev ile sözkonusu sahabilerin kişilik özellikleri ve kabiliyetleri arasında bir ilişki vardır.

Böylece, hakikatin bütün renklerinin âhengini, kıvamını ve dengesini bulduğu bir manzara çıkar Medinetü’n-nebî’de. Herkesin ‘kendisi’ olduğu ve herkesin bütün isimlere en yüksek ve en geniş derecede mazhar olan Resûlullah’ın hayatından ve ahlâkından kendisi için kemal yolunu devşirdiği bir ‘çokluk’ ve ‘birlik’ uyumu... Farklılığın çatışma veya karmaşa değil, âhengi ve dayanışmayı getirdiği; birlikteliğin tek-tipleşme ve zorlamayı değil, yardımlaşma ve paylaşmayı getirdiği bir ortak yaşama tecrübesi…

İsm-i âzamın gölgesinde Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamın verdiği bu dersten tek-tipleşme veya karmaşa uçları arasında bunalan bizlerin alacağı çok ders var.